Roadtrip Kırıntıları ve Bir Güzel Almanya Şeysi: Alemanya Road Trip (extended versiyon)
Parolası neydi kardeşim bu sitenin? Ohooooo. Bu kadar da şeyolunmaz ki yav. Aaaa başlamış yazı. OOOoooo, selam okurum nabersin? Nabim ya ben de işte bloguma yazdığım düzenli yazıların teknik aksaklıklar sebebiyle, dış güçlerin de etkisiyle neden yayınla dedikten 3 salise sonra silindiğini anlatıyordum... İnanmadın de mi 😀 Tamam yazmadım ama bir sor neden yazmadım. Ya da sorma ya haaaarbi uzun hikaye. İnsan yaş aldıkça sallanır sandalyede Yaprak Dökümü Halil edasıyla “beni rahat bırakın Necla!!!” gerginliği ve dinginliğiyle zaman geçirmek istiyormuş demek ki... Ama velhasılkelam [bu kelime nasıl yazılıyordu lan?] sonuçta yine yazıyoruz be okurcum. Sen esas olaya gel boşver şimdi. Bu yazıyı başlığından da anlayabileceğin üzere bir gezi münasebetiyle şeyapıyorum. Hadi gel başlayalım. Kola çerez falan hazır mı? Sağlıklı beslenme kararı mı aldın? Ohooooo. Kinoalı semizotu kurusu cipsi ne be... Neyse go go go!
Öncelikle hatırlarsan benim bir YouTube kanalı şeysi vardı. Beynelmilel Dağarcık. Heh işte onun da şifresini falan unutacak derecede bir güncellemesizlik sendromuna yakalanmıştım. Ama daha haklı sebepleri vardı, çünkü videoları editleyecek adam akıllı (oha cinsiyetli) bir bilgisayarım yoktu. (demek şimdi var. Oooooo zengin lan bu) [ne alakası var kardeşim??] İşte biz yine aylar yıllar sonra bir gezi yapınca ve bundan keyif alacak bir kıvamda zaman geçirince dur lan bir video da niye yapmayalım dedik. Heh işte o video bu alttaki video. Bu yazı da önceki gezi yazılarımdan farklı olarak, videoyu da olaya dahil ederek, videoda anlatamadığım şeyleri burada şeyapma odaklı kaleme aldım. Şimdi napıyoruz? Videoya bak bi, otur sakin sakin kinoalı semizotu kurusu cipsinle izle, sonra da 25 dakkalık bu video akabinde (höh 25 mi? Ruhi Çenet videosu mu kardeşim ne bu?) buradan devam et. Nasıl fikir? (b.k gibi) [aaa küfürbaz olmuş lan bu iyice] (biz de değiştik kardeşim, bloga yazı gelmeyince mecburen biz de ek işe girdik, Z kuşağı repçi bir ergenin 12 takipçili twitch kanalında moderatörlük yapıyoruz) Hadi şimdi sen videoya, ben de yazının devamına 😀 (izlemedi).
Hacılar biz bu geziyi ayarlayalım, takvimi denkleştirelim diye neler çektik. Ama hem Nasip’in (frankofon çocuk değil mi lan bu? E blogda da yazmıştı. HİÇ SEVMEZDİM O ZAMAN DA) [Hişşşşş ayıboluyor] fedakarlıkları, hem benim muazzam organizasyon becerilerimin de etkisiyle yola çıktık nihayetinde. İlk gün kendisini direkt Frankfurt havalimanından alıp, ki yol üzerinde yanlış otoparka girip 8 kat otoparkın üstüne çıkıp oradan yine dönme hikayeme ve kapının önünde beklerken yan arabadaki ergen Alman kızların bana ıyyy bakışı atmaları detaylarına pek değinmek istemiyorum, Kassel’e doğru efendi efendi gidelim dedik. Ama önceki gezilerimizden farklı olarak çoook önemli bir detayı fark ettik. Almanya bitmiş. Lan adım başı radar mı olur? Bak okurcum bu böyle değildi, tamam denetim vardı da, bunlar otoyolda üstteki tabelaların bazılarının altındaki kameralarla olurdu. Şimdi ne biliyor musun? Çalılıklara gizlenmiş radarlar, iki tane hemen art arda konan radarlar, iş çıkış saatinde şehir merkezinde mini kameralarla yapılan kontroller, sol şeritte arkadan sivil polis aracının hız sınırında [130 diyelim mesela] dibine gelip ama darlamadan ilerlerken senin vicdana azabıyla hızını anlık 135 falan yapıp sağındaki aracın önüne geçerek sivil polise yol verdiğin senaryoda kesilen cezalar (oha) falan hep bana bir ülkeyi hatırlatıyor 😀 Ben şey tartışmasını da hatırlıyorum hukuk okurken: devlet radarlarda vatandaşa tuzak kurabilir mi? Bu ne kadar hukuki ve etiktir falan. Heh 10-15 sene önce bizim ülkede olan şeyler Almanya’ya da sirayet etmiş halde.
Herkules |
Kassel’e gidiş sebebimiz belliydi az çok. Herkules denilen 1700 yılında yapılmış anıtı ziyaret edip, akabinde Almanya’nın en büyük 2. barajı olan (uyduruyor) Edersee baraj gölüne gidip, sonra da ufaktan Wiesbaden’e dönmekti. (Aaaa, e sen en son Saarbrücken’de idin?? Ne arada taşındın arkadaş oohoooooooooo) [bunu bilahare konuşalım lütfen......] Bunun ilk hedefi olan Herkules anıtına vardık, yol kenarı ormanın içindeki yere arabamızı park etmek için bilmem kaç Euro ödedik (enayiler), golf sahalarının kenarından usul usul yürüyerek anıta ulaştık. Peki sonuç? İpini koparan resmen buraya gelmiş ya. Bak bu kalabalığı şöyle izah edeyim, İstanbul iş çıkışı Ayrılıkçeşmesi metrosu yürüyen merdiven yoğunluğu. Ya da Cuma namazı çıkışı Antep Dürümcü Recep Ustanın içindeki kaotik yoğunluk. Ya da üniversitede bahar şenliklerinde uyduruk şarkıcı sonrası gelecek büyük şarkıcının konseri için öğlen 2’den yer kapmaya çalışan hazırlık sınıfı öğrencisi darlaması seviyesi. Öyle böyle değil. Biz gıdım gıdım ilerleyip fotoğraf çekilecek mekana varınca KUYRUĞA GİREREK efendi gibi beklerken, klasik umursamaz bir Ukraynalı kadın ve onun dominasyonu altında ezilen ve bize hak veren kocası önümüze gelip uyarılarıma rağmen çat diye fotoğraflamaya başladılar. Onun sağında da turkuaz ceketli tipik Alman teyze sırf talep çokluğundan ilgi odağı olmak isteyip 20+ dakika kadar oradan uzakları izliyormuş gibi yaptı sinsi sinsi. Bak yemin edebilirim, bu yoğunluk olmasa o Alman teyze 2 dakika durmadan ayrılırdı oradan. Neyse. Herkules kalabalığından gelen iç sıkıntısının etkisiyle bir kuytu köşeye geçip, evden getirdiğimiz domates, arabanın içinde ısınmış salatalık, lahmacun ve kuruma evresinde limonlarla bir şeyler yiyip, ileride yürüyen kişilerin milletini tahmin etme yarışması yaptık (of be ne atraksiyonlu yarışma).
Herkules’ten çıkıp baraj gölüne giderken harika manzaralara iç geçirip, lan burada ne güzel yaşanır demişliğimiz yok değil fakat sonra ormanın içinde, gölün dibinde bir yerin günün 45 saatinde yağmur alacağı ve nemden 22 senede ölüneceği gerçeğini de idrak ettikten sonra bu kıskançlığımızı göz ardı ettik. Baraja vardığımızda kağıt helvamız ve pembe renkteki minibüsü ile sırf kahve ve dondurma satarak 3. evini alacak parayı kazanan adamdan aldığımız kahvelerimiz ile barajda yürüdük, kalabalık olmamasına şükredip, “lan biz yol üstünden niye Marburg’a uğramıyoruz, orası da güzel bir şehirmiş esasen” fikirleri neticesinde biraz da erkenden Marburg şehrine doğru yola çıktık. Marburg nasıl bir şehir? Sağımız solumu önümüz arkamız her yer öğrenci. HER YER. (Marburg’da enerji içeceği bayiliği işine mi girsem lan?) Ayrıca 2. Dünya Savaşında hiç hasar almadığı için de çokça tarihi ve veya eski bina var. İşinde gücünde, kendi halinde, nehir kenarında efendi bir şehir işte. Oturduk nehir kenarında bir kafede Apfelschorle’lerimizi içip Wiesbaden yoluna devam ettik. Ama noldu? Biz kapalı otoparkın yaya girişi kapısını dakikalarca bulamadık 😀 (mal) [mal]. Neyse, Nasip’in iç geçirecek kadar güzel olan bir Alman kızın yardımıyla içeri girip, arabamızı alıp yola koyulduk. Wiesbaden’de de Gibi dizisi karakteri kıvamında bir amcanın dükkanında dönerimizi yiyip bir sonraki gün için eve gittik erkenden. [saat 23:16]
Trommturm. Bu kule var ya... |
Bir gün sonraki ilk durağımız Trommturm denilen, taaaa ücra bir köyün ücra bir köşesine yapılmış olan kuleye gidip seyr-ü sinan etmekti amacımız. Yolda haycan gibi pahalı kahvemizi, Nasip’in “AMA BEN KAHVE İÇMEDEN UYANAMIYORUMMMM” baskıları sonucunda alıp kulenin olduğu köye vardık. Tema yine belliydi. OLUM BURADA NE YAŞANIR BE diyorduk. Harika temiz havası, yemyeşil ormanın içinde süper sağlıklı beslenerek hayvancılıktan geçimini sağlayan mini köy evlerini görüp iç geçiriyorduk baya baya. Kule gitmek için ormanın girişine vardık, usul usul ve navigasyonumuzla ilerlerken arıları görüp kaçtık. Böylece bu doğal yaşama değil, apartman çocuğu olarak beni dünyaya getiren Rabbimize şükrettik, köy evi hayalini de hemen unuttuk. Biraz ilerledik at gördük. Baya baya elektrikli tellerin arkasındaki at. Foto video olayları sonrasında kuleye varıp yukarıya çıktık. Noldu? Nasip tıkandı. Yükseklik korkusunu 33 yaşında fark etti resmen. Tepesinde biraz zaman geçirip harika manzarayı izledikten sonra Nasip’in koluna girdim (yalan) ve kuleden inip arabamıza doğru yürümeye başladık. Noldu peki? AYAĞIMI BURKTUM.
Hem de fotoğraftaki gibi:
Fakat bu burkulma, gezimizin devamında harika bir detay için kader çizgisindeki minik bir acıydı sadece. (hayatının aşkıyla mı karşılaştın lan eczaneden bandaj alırken?)
Kule sonrasında hedefimiz tarihi Heidelberg (haydılberg) şehri idi. Nasip de “haydıl gidelim” şakası yapınca istikamet kaçınılmaz oldu. (kuleden atladılar) Heidelberg şehrine vardık varmasına da, üstte anlattığım metaforik kalabalık örneklerinin daha üstünde örneklere rastladık. Agresif sürücüler, 4 tane kapalı otoparkın kapısında sırada bekleyen araçlar (?????), tıkalı trafik, sokaklardaki turistsel izdiham kırıntıları falan derken kendimizi şehirden atma isteği hasıl oldu ve bu şehri es geçip bir sonraki destinasyonumuza, Hilschwasserfall denen şelaleye doğru yola çıktık. Şelalenin olduğu bölgeye vardık da, benim ayak burkuk. Gıdım gıdım yürüyebiliyorum zaten. O halde şelale sularından beslenen göle, hamamböceklerine basmama telaşı ile ve sivrisinek kovalamaları sonucunda vardık. Bak göl manzarası falan güzel hacım onda laf yok ama şelale kelimesi burası için bence biraz iddialı olmuş. Hani 2-3 metre yükseklikten akan her su sızıntısı için de şelale demezdim ben. Tamam iyiniyetli bir çalışma fakat şelale dediğin Niagara olur, Düden şelalesi olur falan. Bu bildiğin taş parçaları arasından akan su sızıntısının birkaç santim yüksekten düşmesi sonucu gelen su sesi sonrası olan halüsinatif teselli. Orada çekirdeğimizi, böreğimizi, çayımızı, çöreğimizi (aslında suşili havyar yediniz demi lan??? Zenginsiniz olum) yiyip, burkuk ayağımı göl suyunda terapiletip, yan bankta oturan İĞRENÇ ALMAN TEYZENİN sesli gaz çıkarması ve sigara dumanı ile zehirlemesi sonucu olaysız (!) ayrılalım dedik. Tamam 2. gün iyiydi güzeldi, bilhassa kule ve kule yolları cezbediciydi ama ben bu şelalede kazıklanmış hissediyorum hala...
Edersee Barajı |
Son gün iseeeeee, sabah yine erkenden kalktık [iyi ki] ve Burg Pfalzgrafenstein denen nehrin ortasındaki kale-kele karışımı yere gidelim dedik. Ben burayı her tren seyahatimde görüp iç geçiriyordum uzaktan ve gidilecek yerler listeme de kaydetmiştim falan. Oraya giden yoldan başlayayım evvela ama. Sabah 6, hava terrrrrtemiz, ormanlar arasındaki yollarda bir biz, bir de rızkını arayan kuşlar ile manyak motorcular. [aaa bak motorcu demişken, bu üç günlük gezide bizi en çok darlayanlar motorcular oldu ya. Hepsi 4678 kişilik gruplar halinde gidiyor, bazısı feci agresif sürerek hem kendini hem bizi tehlikeye atıyor, yüksek karbondioksit salınımı ile akciğerlerimizi tüketiyordu. Şöyle de bir olay oldu 😀 Şu Heidelberg ile şelale arasındaki yolda arkamıza bir motorcu grubu düştü. Nasip de dedi ki şunlara sola sinyal vereyim de beni geçsinler, yazısız olan trafik kuralını uygulayalım. Sağa yanaştı sola sinyal verdi ama bizi geçen yok. Neyse ilerledik bir ışıklarda durduk yanımıza motorcunun biri yanaştı. Dedim aha QAWGA VAR. Artist artist cevap verme modumu falan da aktive ettim. Camı açtık, dedi ki siz sola sinyal veriyorsunuz ama bu Alman trafiği yazısız kurallarının 348. Maddesi uyarınca beni geçme demek, dolayısıyla sağa sinyal vermeniz lazım dedi. Oha dedik, teşekkür ettik, adam da selamını çakıp bastı gitti. Yolun kalanında bu kadim bilgi ile naptık? Nasip sağa sinyalini verdi, motorcular bizi geçti ve hepsi geçerken selam verdi 😀 Resmen motorcu kankalarımız olmuştu artık...] Neyse konuya devam... Burg Pfalzgrafenstein’a vardık ama etraf bi tık leş çünkü nehir kıyısı bataklık haline gelmiş, 1326 yılından beri orada olan kulenin havalı konumu haricinde sivrisineklerin verdiği rahatsızlık ve onun biraz ilerisindeki gözetleme kulesinin bonzai çeken Alman çocukların mekanı haline gelecek kadar izbeleşmesi detayları canımızı sıktı. Napalım dedik? Hadi Geierlay Hängeseilbrücke denen asma köprüye gidelim. Ama noldu? Nehrin karşısına geçmemiz lazım ve bunun için en yakın köprü 60 km ileride. E burada yaşayanlar ne yapıyor? FERİBOTLA GEÇİYOR. Feribot limanına götürdü bizi direkt Google, biz köprü nerede lan bakışı atarken. Ama feribot yok, tatil günü ve biz ne zaman gelecek bilmiyoruz. Heh. Hani demiştim ya ayağım burkulması güzel bir şeye yol açtı diye. Arabaya yavaş yürümemin kazandırdığı zaman ile ve tam son anda rotamızı tamamen değiştirecekken, arkadan feribottan inen arabaları görüp U dönüşü yaptık. Feribota bindik. Tek araç da biziz. RESMEN 7 EURO’YA FERİBOT KİRALADIK LAN. Bak hissimi söyleyeyim mi? İstanbul’da vapurla geçiş hazzı. Ciddiyim bak. (abart) O kadar güzel geldi ki... Tüm gezide Geierlay Hängeseilbrücke sonrası en iyi deneyimim bu feribot oldu. Peki asma köprüde noldu peki?
Asma köprü (tamam asmam) |
Feribotla karşı kıyıya geçip köprünün olduğu köye vardık. Köy bildiğin yeşiller partisi ilçe başkanlığı. Her yer ama her yer ya güneş enerjisi ya da rüzgar santrali. Öyle böyle değil. Bildiğin köy ama zengin elitik köy resmen. Orada yine tarlalardan geçip, yol üstünde köşe başındaki evinin bahçesine içecek çikolata otomatı koyan adamın harika ticari zekasını takdir ederek köprüye doğru 3-5 km doğa yürüyüşü sonunda vardık. Hava mis, daha öğlen sıcağı falan yok. Köprüye bir vardık ki... AMAN AMAN AMAN NERELERE GELDİK BÖYLE. 600 metre yüksekliğinde 360 metre uzunluğunda, 2 kişinin yan yana zor sığdığı, iki vadi arasındaki bir mücevherat. Araba park ücreti hariç bir ücreti de yok. Nasip tabi korktu, tırstı ve köprünün başında beni izlemekle yetindi [videodaki, Köpek: 4 - Nasip: 0 detayı der susarım]. Ben de müthiş cesaretimle köprüye gittim, o harika hissiyatlar akabinde de tekrar döndüm. Detaylarına giremiyorum, anlatılmaz yaşanır, gidilir... Arabaya giderken noldu? Öğlen sıcağı gelmişti, sabah 10’da uyanmış yüzlerce insan köprüye akın ediyor ve biz mutlu mutlu, iyi ki erken geldik lan diyerek arabamıza doğru [ben topallayarak] ilerliyorduk.
Manzarada lahmacun keyfi |
Oradan sonraki istikamet Koblenz idi ama minik bir problemimiz vardı. SAĞANAK YAĞMUR. Evet az önce öğlen sıcağı falan dedim ama işte kızın gülüşüne, yazın güneşine aldanma derdi hep dedem. Yolda her şey normaldi önce. Benzin aldık, süper über bir manzara eşliğinde lahmacunumuzu yedik arabayı sağa çekerek falan amaaaaa Koblenz’e bir vardık ve baya bayaaa yağmur hani. Şehir zaten turist kaotikliğine maruz bir şehir aynı zamanda. İkimiz de hadi burada durmayalım ve Limburg’a direkt geçelim dedik. Harbi. Bu kadar hani Koblenz serüveni. Şehir içinde yağmur altında arabayla 20 dakikalık falan trafiksel çile. Oradan Limburg’a gidiyoruz ama yağmur durmuyor ki. Hatta videoda da gördüğün üzere bir yağmur şiddetlendiiiiii, bak şöyle diyeyim, hız sınırı olmayan otobanda 60'la falan gidiyor herkes. Tabi bizim tepkimiz belli: LA BU NASIL YAZ??? Oynamayın kardeşim şu simülasyonun ayarlarıyla 😀 (ooooo şirk.....) Neyse efenim, yavaş ve güvenli bir biçimde Limburg şehrine vardık. Orada ne var peki? Şehir, Orta Çağ’dan beri bayaaaaa önemli bir şehir olmuş. [adeta bir Antep] Özellikle 13. Yüzyılda falan Limburg Katedrali inşa edilmiş ve orası da, şehrin en önemli simgelerinden biri falan. Şehir merkezine arabamızı park ettik ve Altstadt denilen tarihi yerlerde takılalım dedik. Ne gördük? Eski taş sokakları (e Antep bu) ve tarihi yapılarıyla o dönemin harbiden atmosferini korumuşlar. Biz de bu atmosferi solumak için (yalan. Yağmurdan kaçtınız işte olum) bir kafeye oturup ne yaptık? Kafenin karşısındaki köşede kiralık boş dükkanda hangi müesseseyi açsak daha çok iş yapar sorusunu baya bayaaaa 30 dakika falan tartıştık. Chat CİPİTİ’ye falan sorduk vesair 😀 (erkekler ne yapar sorusunun cevabısınız lan, tebriks) [VİZYON KARDEŞİM VİZYON]
Ulan yazı da uzun oldu ha. Dur zengin bitirişi temposuna geleyim. Onun akabinde Limburg’dan çıkıp cağnım köyüme geldik. Olaysız bir biçimde akşam Beşiktaş basket maçını izledik (vizyonsuzlar) ve sabahında Nasip’i tekrar Frankfurt havalimanına bıraktım ve kendisi de özel jetiyle Paris şehrine doğru süzüldü. Harbi bu kadar 😀 Güzeldi lan işte. 3-4 günde ne kadar gezinilebilecekse o kadar şeyaptık. Olaysız da dağıldık. Hadi ben kaçar. Layk attın demi videoya? THE BİTTİ.
Yorumlar
Yorum Gönder