Kitlesel Gereksinim: Bir Tatlı Huzur Arayışı ve Bir Takım Kararlar
Gelirken huzurluydum ve bulduğum ev de harika
bir yuva sıcaklığı katıyordu bana. Şehre daha hızlı ısınacağım izlenimini
beraberinde getiriyordu. Ancak işyerinde karşılaştığım manzara hiç de
beklediğim gibi olmadı. Kimse boşanmak için evlenmez. Kimse kaza yapmak için
bir araba almaz. Kimse kusmak için yemek yemez. Kimse istifa etmek için de bir
işe başlamaz. Ancak tüm bu olası kötü sonuçlar da, evlilik-araba almak-yemek
yemek veya işe başlamak gibi mutlu anların potansiyel çıktılarıdır. Detay
vermeyeceğim ancak bu yazının ileride kendime kısa bir hatırlatıcı mektup
vazifesi taşıması için de birkaç şeyi anlatacağım. Fakat esas belirtmek
istediğim şey farklı.
Sözleşme imzalanırken verilen sözlerin
ve mutlu işyeri atmosferinin hiç de öyle olmadığını, agresiflik problemleri olan
bir mini diktatörün emrinde çalışan mutsuz 30 akademisyenin ruh halini
gözlemledim. 30 kişinin tamamı gerçekten de oldukça cana yakın ve “iyi insan”
olmalarına rağmen, baştaki bir kişinin eylemleri tüm yapıyı bozabiliyormuş bunu
öğrendim. Tutarsızlıklar, fazla mesaide beklenen ve talep edilen ‘fedakarlık’ların
garipliği, kendinde çalışanlara bağırma hakkını gören bir işveren, Profesör
ünvanının sosyal yeterlilik getirme garantisinin olmadığının ispatı gibi birçok
faktör insanı hayattan soğutan detay olarak yetebilecekken, bir de hakaret eden
bir “profesör”ün varlığı, anında istifa etme gerekliliğini beraberinde
getiriyor. Tüm bu mutsuz işyeri atmosferinde bir gün bile güler yüzümü diğer çalışanlardan
eksik etmeden her sabah yüksek bir enerji ile hep günaydın dedim. Bunun bir
sonucu olarak da 3-4 aylık birliktelik sonrasında bile gerçekten üzülen yüzler
görmek doğru yolda olduğuma bir ışık tuttu adeta. Üstelik konuştuğum asistanlardan
samimi olduklarımın hepsi, iş aradıklarını, buldukları an ayrılacaklarını ve
tercihimin çok doğru olduğunu ilettiler. Ocak ayından beri ayrılan 5, Mayıs’a
kadar daha ayrılacak 3 diğer asistan da bu kitlesel mutsuzluğun ayrı bir ispatı. Tüm bu saçmalıkları o profesörün yüzüne son gün söyleyebilmenin mutluluğu ise paha biçilmez.
Sözün özü, toksik bir yapıdan kendimi
derhal ve birçok ekonomik riski de alarak kurtardım. Hayatımda verdiğim tüm kararlarda
olduğu gibi, o an için verebileceğim en iyi kararı vererek bir yol çizdim. Lakin
esas husus, bir insanın huzura ne kadar ihtiyaç duyduğu ve ruhumuzun besininin
huzur olduğunun farkına varmam. Çocukken babamın verdiği birçok öğüdün içinde “insanın
iş yerinde ve evde huzurlu olması lazım” cümlesi, diğer cümlelerin aksine,
aklımın bir köşesinde kalıvermiş. Hayatımın belli bir döneminden sonra da bu
cümleyi uygular bir halde buldum kendimi. Gerçekten de müzik, alkol, ibadet,
uyuşturucu veya seks gibi insanların mutluluk veya dertlerden kaçış aracı
olarak kullandığı tüm araçların, aslında anlık veya kalıcı huzura sahip olmak için
küçük adımlar olduğu gerçeğini fark ettim.
Bir insana öğüt verebilecek kadar hayat
tecrübem var mı bilmiyorum ancak ileride çocuklarıma verebileceğim bir öğüdü şimdiden
özümsemiş bulunuyorum. Bir işte mutlu değilseniz ve bu mutsuzluğun sebebi siz
değilseniz, kronik sorunlar silsilesinin bir sonucu olarak o işyerine doğru her
sabah ayaklarınız geri geri giderek yol alıyorsanız, her gece eve gelirken ‘yine
ne konuda kavga edeceğiz’ diye kaygı ile düşündüğünüz dakikalarınız varsa, TV
karşısında huzur barındırmayan zorunlu katlanmalarınızın olduğu bir insanla günleriniz geçiyorsa, benim hayatımda sadece bir kez ve bu kez yaptığım üzere o
cesaret meşalesini yakıverin. Tabi bunda meşaleyi yakan alevin okjieni ise, sizin bu kararınızı anlayacak ve destekleyecek insanların varlığı. Bu varsa hiç korkmayın. Hiçbir sıkıntı kalıcı değildir. İnsan hayatı tam yaşasak hepi topu 80 sene falan,
bunun üçte biri uyku, 10 senesi çocukluk, 15 sene aşırı yaşlılık iken, kalan
azıcık bir zamanda yaşamı zindan etmek ve zihni-kalbi tarumar etmek pek
mantıklı gelmiyor artık bana.
Huzur arayanlara, ve onu bulanlara…
12.04.2022, Tag der
Befreiung.
Yorumlar
Yorum Gönder