Bloga Hoşgeldin. Burası Hukuk Öğrencilerinin, Hukuk Severlerin ve İyi Niyetli Üçüncü Kişilerin Buluşma Noktası!
Bavyera'dan Bir Cennet: Walhalla ve Regensburg Macerası - 2. Kısım #14
Bağlantıyı al
Facebook
X
Pinterest
E-posta
Diğer Uygulamalar
-
I. Ludwig ve Ben, soldaki ben.
Evet arkadaşlar bloguma hoşgeldiniz :D Bugün geçen yarıda
kestiğimiz Regensburg gezisinin devam bölümü ile karşınızdayız. Yine dopdolu
bir bölüm. Yine atraksiyonlar, yine şapşiklikler, yine artistlikler. En son
nerede kalmıştık? Evet Çorapören arkadaşımızla bir pizza macerası yaşayıp
Walhalla’ya gitmek üzere buluşma noktasındaydık en son. Hah işte oradan devam
ediyoruz. Play düğmesi sol altta. Efendim? Yok be ne yutubırı. Yapar mıyım öyle
şey? Her yazının başında ne diyorduk? Evvvveetttt! Los geht’s!
Walhalla. Nasıl mı çektim? Kartpostaldan :)
Elimize tutuşturulan ve aman ha kaybetmeyin denilen (bunu yazdıysa bak kesin kaybedecek)
bilet ile tekneye bindik. Çorapören arkadaştan olabildiğince uzakta olan bir
yer arayıp durdum teknede ve en sonunda güç bela, güneş altında – 30 derece
falan sıcakta bir yer bulabildim. Fei de geldi ve oturduk, yol boyu süper
manzaralı [yol da git git bitmiyor cinsten hea, yarım saatten fazla bir süre
botta yol aldık] yerlerin fotoğraflarını, videolarını, time lapse’larını (nedir bu şimdi? Hea hızlandırılmış çekim.
Olumlu tamam, devam) çeke çeke Walhalla’ya doğru yol aldık. Nedir bu
Walhalla dediğini de duyar gibiyim. Az biraz bekle özelliklerinden falan
bahsedeceğim ama önce şunu söylemem gerekiyor: hacım adamlar nehirleri çok ama
çok efektif kullanıyor. Türkiye’de kaç nehirde yük taşımacılığı yapılıyor?
Debisi yüksek falan demeyin durun bi. Adamlar debiyi düşürmek için nehrin
çeşitli yerlerine setler çekmişler, teknelerin rahat yanaşması ve yüklerin
kolayca taşınması için ayrı kanallar meydana getirmişler. Kaldı ki Türkiye’de
karayolu taşımacılığı o kadar fazla yer kaplıyor ki; ne nehir taşımacılığı ne
de demiryolu taşımacılığı gibi daha hesaplı ve güvenli olan alternatifleri çok
daha seyrek kullanıyoruz. Her otoyol tırlarla, kamyonlarla dolu maalesef. (E tır şoförleri işsiz mi kalsın yani?) [E
o zaman da demiryolu ve nehir taşımacılığında iş imkanları artardı?] Ben bu
hislerde “vay arkadaş adamlar cidden çok güzel sistem geliştirmiş” diye
düşünürken [yav yol ne kadar uzun düşün,
git git bitmiyor ve nerelere geliyor konu] bir baktım karşıda Walhalla’ya
benzeyen bir bina (sanki daha önce gitti
gördü ha.. Fotoğraflarda gördüğün bir yeri uzaktan nasıl öyle şıp diye
tanıdın?) gördüm, Fei’ye hemen: “Aha sanırım Walhalla.” dedim ve
fotoğraflarını çekti bir ton. Sonra anladık ki o Walhalla değilmiş, sadece bir
villa imiş. Büyük rezil oldum büyük (tanımamış
:D) [ek bilgi, Fei bildiğin 23-25li yaşlarda gösteriyor falan, bir söyledi 30
yaşındaymış. Uzak doğulular cidden olduklarından çok daha küçük gösteriyor hacı]
Tabi o esnada ben de bir arkadaki yan oturulan bankta gideyim bir “timelapse”
yapayım dedim. Hop yerime yaşlı bir amca oturdu. Napalım kalk hacım bura benim
mi diyeyim? Adamın saçının kılları ağarmış :D Ses çıkarmadım bankta otura otura
devam ettim. Neyse bir kaç dakika sonra harbi harbi Walhalla karşımıza çıktı.
Nereden anladım? Çünkü herkes ayağa kalkıp fotoğraf çekmeye başladı ve turda “Walhalla
solda kalmaktadır, adam olun gidin bir iki kola falan alın zarar ediyoruz
burada” anonsu geldi. Usul usul çektim fotoğraflarını Walhalla’nın. Uzaktan
geliyordu efil efil Walhalla kokusu (abart,
abart)-
Her yere bunu koydum profil foto. Mis
Walhalla için kıyıya yanaştığımızda, buraya ilk
geldiğimde mailler ile bir ton soru sorduğum ve harbi harbi baya yardımcı olan
Welcome Office memuru Frau Sickel ile
(ismi Karin, öyle devam et hacı. Frau Mırau bilmeyiz biz.) birlikte
tekneden indik (Hemen Fei’yi sattı tabi).
Hoşbeşin ardından, “o kadar merdiven çıkmaya hazır mısın?” dedi. “200 tane
falan var mı ki merdiven, yoksa çıkılır ya ne ki sanki” dedim. “En az 300
merdiven var” deyince ben şok. Ben Oha. Ben hadi canım inanmam. Ben acaba
aşağıda mı beklesem düşüncesi ile Walhalla’ya doğru hafiften yol aldık. Sonra
bir baktım ki abooooo git git bitmeyek uzaklıkta bir abide karşımda. Frau
Sickel ile (Karin) “hadi hacım gel
merdivenleri saya saya çıkalım” diyerekten çıkmaya başladık. Her 100 rakamında
sıfırlıyorum, 0-20 arasını Almanca, 21-99 arasını Türkçe, 100’ü ise yine
Almanca saya saya süper tempoda birlikte çıktık. Yolda sürekli soluklandık
dinlendik. (Hayır şimdi evinde
apartmanında 20 merdiven var diye, aman dizim, aman g.tüm diyerek gider şov
yapar asansör kullanırsın. Aman dizim sakat falan dersin. Sonra gider o kadar
merdiveni tempolu çıkarsın. Anca şov ya) Yalnız yol git git, merdivenler de
say say bitmiyor. En son ne zaman böyle merdiven saymıştım? Eiffel kulesinde (Aha yine hava atıyor ya). Oranın
merdiveni kaçtı? Ben de hatırlamıyorum :D Ama orada asansörle çıkıp merdivenle
inmiştim o ayrı bak. Neyse devam. En tepeye çıkarken arada Atria da bize eşlik
etti. Sonra baktı bizim tempo yüksek, ayrı geldi o. Yolda bir Alman amca bize
eşlik etti. Merdivenin sonunda Walhalla’ya ulaştığımızda 417(oha, nasıl 417? İkişer
ikişer mi saydın naptın? Nasıl 417 ya? Yuh) rakamına ulaştık ve Alman amca
ile bize katılarak kutladık tepeye ulaşmamızı. 5-6 dakika dinlenip g.tü başı
topladıktan sonra biletimizi alıp Walhalla’nın içine girdik. [Tabi bir de arkadaş çevrem beni iyi tanıyor
hacı. Bak 417 merdiven çıktıktan sonraki halimi içeren story’yi Instagrama
attıktan sonra büyük avukat, zengin, aktif, sportif, zeki, yakışıklı, çok
yakışıklı (oha, bildiğin yazıyor) Hasan kardaşım cevap verdi: “Kesin paraşütle
falan inmişsindir oraya. Yoksa sen imkanı yok o götü kaldırıp çıkamazsın oraya”.
Adam haklı hacı, beni iyi tanımış. Frau Sickel’in gazına geldim olay o :D] (doğru
söyle lan. Genç, güzel ve bekar de mi Frau Sickel? Yoksa sen imkanı yok öyle
bir gaza gelmezsin) [35-40lı yaşlarda, evli, güzel de değil. Ayıp ettin şimdi
hacım. Biz centilmen adamız. Efendim? Yav dur gitme devam ediyoruz tamam]-
Uzaktan bir bakış atarken.
Walhalla (kelime
anlamı, Vikingler’de Kral-Tanrı Odin’in savaşçılarının öldükten sonra gittiği
yer, Cennet imiş) 1825 yılında I.Ludwig tarafından (hani Dom önünde heykeli olan) prenslik zamanında tasarlanıp Alman
halkının onuruna yapılmaya başlanmış ve 18 Ekim 1842’de tamamlanmış. Tasarımı
esnasında Atina’daki Parthenon esas alınmış. Bu Abide’nin içerisinde Alman
tarihinde önem arzeden 159 şair, yazar, bilim insanı, siyasetçi ve sanatçının büstü
var. Bunun 60’ı 1825 yılında tamamlanmış olan büstler. 1842 yılında açılış
esnasında toplam 96 büst varmış ve zamanla eklemeler yapılmış. 64 adet de levha
var büstlerin üstünde ayrı olarak. Walhalla’nın içinde en uç noktada ve ortada
büyük bir Kral I. Ludwig heykeli var. Ama büstler arasında en popüler Beethoven
ve Albert Einstein. Tabi Einstein’in büstünü bulana kadar öldük. Şansımıza
baktığımız son büst Einstein çıktı. [Demek
tam ters noktadan başlasak hemen bulacaktık. Zeka] En son eklenen büstler
arasında Sophie Scholl de vardı. Kim olduğunu kısaca şöyle söyleyeyim, Nazi
rejimi esnasında yapılanların yanlış olduğunu söyleyen el bildirilerini
üniversitede dağıtan ve 21 yaşında, yakalandıktan 4 gün sonra idam edilen
aktivist. Çok büyük saygı duyuluyor kendisine. Bu bilgileri de verdikten sonra
geziye devam. Walhalla içerisinde, bu yapıyı anlatan ses cihazlarını para ile
satıyorlar. Ben naptım? Almadım tabi. Fakat illa bir hatıra olsun diye 2 tane
kartpostal aldım. Walhalla içerisinde tek tek tüm büstleri inceledim. Çok
ayrıntılı yapılmış, eyvallah güzel de. Asıl güzel olan hem Walhalla’dan nehir
manzarası ve Walhalla içinde altın sarısı ve pembembsi renkte yapılan
süslemeler ve tasarım. Gerçekten ama gerçekten, abartmadan söylüyorum Walhalla
içerisindeki tasarımlar harikuade. Fakat manzara? Harikulade + Muhteşem +
Dehşetengiz + Harika + Süper + Olağanüstü + Efsane. Abartıyorsun diyeceksiniz,
gidin bi görün hacı. Abartmıyorum. Hatta aha fotoğrafları ekledim, gör bak
güzel değil mi bu manzara allaesen? Evet bence de süper. Walhallı içini
gezdikten sonra Atria ile yürü hacım gel tapınağın çevresini dolaşalım, şu
ileride kafemsi yerde bir şeyler içip, süper manzarada fotoğraf çekilelim
dedim. Bir manzara bulduk ki abo. Direkt profil fotoğrafı yaptım. 10 sene daha
o fotoğraf kalır bende sanırım. Çünkü adam akıllı fotoğraf çekilme özürlüsüyüm
efendim. Manzarada fotoğrafları çektikten sonra kafemsi yere gittik, sessiz
sakin limonlu sodamızı içtikten sonra (ne
kadar ödedin la? Cidden bak? Ney???? 3€ mu? Yok abi çok zengin bu, yürü gidelim
fakir bir blog bulalım) tapınağın etrafını dolaştık, yine manzaraya hayran
kaldık. Akabinde yavaş yavaş tekneye doğru inmeye başladık. Yürüdük, yürüdük,
yürüdük, yürüdük, indik, indik, indik. Bitmiyordu yol ama sonunda tekneye
ulaştık. Hah işte ulaşmaz olaydık... Binerken verdikleri biletleri istediler.
Sağ cebe baktım, yok. Sol cep? Yok. Cüzdan? Orada da yok. Ara tara, zar zor
çantanın bir ücra köşesinde buldum. Ama o an ki korku... Amanın anlatılamaz.
Tam tekne kalkacak, bir anda hava kapandı, simsiyah bulutlar toplandı ve bir
yağmur başladı ki... Anam öyle böyle bir yağmur değil. Gök gürültüleri falan.
Bir baktık ki sonra, zaten fırtına uyarısı yapılmış kaç gün önce. Bende de
yağmurluk falan hak getire. Tshirt ile ne kadar ne kadar koruyabilirsem
kendimi, o kadar. Tabi Walhalla’dan tren istasyonuna gidene kadar bir ton
yağmur yedik ama Frau Sickel ile sohbet ede ede yürüdük tren istasyonuna. Yolda
ben bi ton yağmur yedim, ilk başta şehre ulaştığımızda yağmur azdı ve Frau
Sickel’in şemsiye paylaşma teklifine, yok sağolasın bişi değil bu yağmur dedim (salak). Tren istasyonuna kadar yaklaşık
yarım saat yürüdükten sonra, istasyonun yanında o son yağmuru yemeseydim
iyiydi... Frau Sickel bir sonraki Brombachsee gezisine de gelecekmiş. Ben de
gideyim mi? (git lan git ona da git,
Parise de git, Praga da git, Europapark’a da git. Hayat sana güzel – [burayı şehmus
falan söyler kesin bana bak. Hissettim]) [yav dur bi dinle, gitmeyeceğim
muhtemelen. Ama gidebilirim de... Bilmiyorum].
Dönüş treninde herkes trene doluştu ve yol boyu Atria ile
birlikte aktarma treni için Nürnberg’e doğru yol aldık. Yol boyu naptım peki?
Evet paso uyudum. Nabim ya, gel sen o kadar merdiven çık sen de yorulma. Sonra
Nürnberg’de aktarma trenine binerken herkes birbirini kaybetti tren
istasyonunda. Zar zor trende oturacak bir yer bulana kadar vagon vagon dolaştım
ve sonunda bir yer buldum. Oturdum. Tabi telefonumun şarjı da %3-5 bandında
geziniyor. O esnada şarjım bitmesin diye telefonu uçak moduna aldım. Hah işte o
dönemde Atria ve Welcome Office aramış beni. Atria treni bulamamış [ama şansa aynı trene binmiş], kafile de
Müslüm’ü kaybettik moduna girmiş. Trenden indim bir baktım, Kae. Kim o? Dil
kursundaki Japon arkadaş. Hayır yav o sinemaya gittiklerim Chie ve Fune idi.
Neyse işte onla ayak üstü sohbet ederken kafile veda konuşması yapmış. Ayrılma
aşamasına gelmişler hatta. Herkesle vedalaştıktan sonra kararlaştırdığımız
üzere Paula ile de buluştuk hbf önünde. Kolombiyalı ve adını unuttuğum [Diana mı neydi ya] arkadaşı da geldi,
birlikte yürü gidek Käsespätzle falan yiyelim dedik. Düştük yollara. Arkadaş
altı üstü Käsespätzle ve her yerde rahat bulunan bir yemek. Otobüse bindik,
bilmem kaç durak sonra indik, sonra yine yürüdük ve zar zor restoranı bulduk
oturduk oraya. Onlar tabi bol bol etli yemekler yiyebilirken, ben usul usul Käsespätzle
yedim. Neden? Çünkü Käsespätzle emekti, sevgiydi ama şunu öğrendim bir ton
kalorili idi :D Tabi bu yemek esnasında uzun uzun siyasetten din tarihinden vs
sohbet ettik. Mesela Güney Amerika’daki hristiyanlar daha dindar diye bilinir
ya. Hah işte Şilide öyle değilmiş. Çünkü birkaç sene önce kilisedeki çocuklara
rahipler tarafından tecavüz skandalı olmuş ve Papa tarafından olay
geçiştirilmeye çalışılmış. Halk da buna tepki olarak dine karşı büyük bir
soğuma içine girmişler. Ya da mesela bana Ramazan ile alakalı sorular sordu,
evet hatta Nick’in sorduğu sorular ile paralel sorular. Onları
yanıtlayabildiğim kadar yanıtladım. Sonra konu islamda kadın erkek eşitliğine
geldi. Şeyapamadım :D Siyaset tarihinde de konuşurken şu konu geçti: Hacım
eyvallah Hitler çok kötü bir insan. Çok büyük zulümler yapmış bir diktatör.
Milyonlarca masum insanın hayatını derinden etkilemiş. Fakat sorun şu ki, sanki
o dönemin İngiltere, ABD, İtalya, Sovyetler gibi ülkelerinin liderleri pir-u
pak. Mussolini, Stain, Churchill, Roosevelt hepsi milyonlarca insanın kaderini
yine derinden etkilemiş. Stalin de milyonlarca insanı öldürmüş, Mussolini de
beterini yapmış, Churchill Almanya’da savaş kesinleştikten sonra bile bir çok
şehri dümdüz etme emri vermiş ve bombardıman ile birçok şehri harabeye çevirip
sivilleri katletmiş, Rooseevelt emri ile ateşkes sürecindeki Japonya’ya
Hiroşima ve Nagazaki kentlerine iki tane atom bombası atmış, milyonlar ölmüş ve
hatta hala izleri silinmiyor oraların. Fakat öyle bir algı var ki, diğerleri
Hitler’e kıyasla masum gibi görünüyor. Hayır efendim. Hitler diktatörün tekiydi
ama diğer liderler de daha az kötü değillerdi. Belki Hitler bir parmak daha
fazla diktatör ve zalim ama diğerlerinin masum yapmaz bu. [Burada Paula Şili’de Pinochet’i de ekledi bu zalim, diktatörlere.
Fakat Pinochet taraftarlarına göre de ülkede büyük bir ekonomik kalkınma
sağlamış bu şahıs. Evet] Fakat maalesef kazananların hukuku ve
egemenliğinin bir sonucu olarak diğer liderler es geçilmiş. [Paula şunu da ekledi, eğer Hitler gibi
iğrenç bir tecrübe olmasaydı, belki günümüzde başka Hitler’ler olabilirdi
Almanya’da ve Almanya daha az toleranslı, ırkçılığa karşı daha hassas olurdu
dedi. Katılıyorum]. Tabi konuştuğumuz başka siyasi konular var da, orayı
sonra şeyaparız.
Albert ve ben, Sağdaki b....... tamam yapmayacağım :D
Sağlıklı besleniyorum diye düşünürken 10bin kalori almak
Bu derin siyasi ve tarihi konuları içeren konuşmadan
sonra, yürü hadi dönelim, adamlar tükanı kapatacaklar dedik. Her masaya alüminyum folyo koymuşlar. Yemeği artan buna koyup alıp gidebiliyor. Tam benlik bir sistem :D Diana artan yemeğini buna koydu, paketledi falan sonra hesabımızı ödemek
için garsonu çağırdık. Elinde tableti ile geldi. Tablet süper hacı. Hesabı ayrı
ödemek için bir tuşla ayrı hesap ödenmek üzere tasarlanmış tüm sistem. Malum
burada adet hesabı ayrı ödemek olduğu için onlar için normal ama Türkiye’de
hesabı ayrı ödeme isteğiyle yediğimiz bütün yemekler sonrası bir hesap ödeme,
hesaplama problemi yaşadık. (İyice Alman
oldun ha, ısmarla yani nolacak?) Tabi bu esnada Paula kredi kartı ile
ödemek istedi, pos cihazı yokmuş. Paula’nın arkadaşında da yeterli para yokmuş
Paula için. Noldu? Ben ödedim :D Ama tabi borç. Diğer buluşmamızda şeyaparız
dedi. Tabi bir Fincan olarak o parayı almadan ölmem hacı. Ayıpsın. Tabi bu
ödeme faslından sonra otobüsümüzü bulmalık yola çıktık, durağa ulaştık. Otobüse
bindik, evimize ayrı ayrı döndük. Eve vardığımda bilmem kaç bin adım yürümüştüm
o ayrı da. Çıkılan kat sayısı 29 yazıyordu. İşin özü gittim uyudum hacım nabim.
Efendim? Evet bitti yazı bitti. Haftaya veya diğer hafta Brombachsee gezisi,
belki olursa sürpriz bir gezi (ohhhh), Fune
ve Chie ile birlikte Suşi yeme [daha yemedim
dur dinle, planladık sadece], yine aynı ekiple Dünya Kupası izleme
olaylarını ve muhtemelen daha fazlasını içeren yazılarla yine şeyapacağız
inşallah. Ama özet şu ki, Regensburg’a gidiniz efendim. Güzel şehir. İmkanınız
olur da yolunuz buralara düşerse bilin ki gezilesi bir yer var buralarda.
Hadi görüşürüz okurum. Sağlıcakla kal emi? Tabi kanalıma
abone olmayı, videoya yorum yapmayı unutma :D Alttaki video mu? Yok benim deeel, Youtube"da buldum. Son olarak ne diyoruz? Aynen öyle: Tschüss!
Yorumlar
Yorum Gönder