Bavyera'dan Bir Cennet: Walhalla ve Regensburg Macerası - 2. Kısım #14

I. Ludwig ve Ben, soldaki ben.
Evet arkadaşlar bloguma hoşgeldiniz :D Bugün geçen yarıda kestiğimiz Regensburg gezisinin devam bölümü ile karşınızdayız. Yine dopdolu bir bölüm. Yine atraksiyonlar, yine şapşiklikler, yine artistlikler. En son nerede kalmıştık? Evet Çorapören arkadaşımızla bir pizza macerası yaşayıp Walhalla’ya gitmek üzere buluşma noktasındaydık en son. Hah işte oradan devam ediyoruz. Play düğmesi sol altta. Efendim? Yok be ne yutubırı. Yapar mıyım öyle şey? Her yazının başında ne diyorduk? Evvvveetttt! Los geht’s!




Walhalla. Nasıl mı çektim? Kartpostaldan :)
Elimize tutuşturulan ve aman ha kaybetmeyin denilen (bunu yazdıysa bak kesin kaybedecek) bilet ile tekneye bindik. Çorapören arkadaştan olabildiğince uzakta olan bir yer arayıp durdum teknede ve en sonunda güç bela, güneş altında – 30 derece falan sıcakta bir yer bulabildim. Fei de geldi ve oturduk, yol boyu süper manzaralı [yol da git git bitmiyor cinsten hea, yarım saatten fazla bir süre botta yol aldık] yerlerin fotoğraflarını, videolarını, time lapse’larını (nedir bu şimdi? Hea hızlandırılmış çekim. Olumlu tamam, devam) çeke çeke Walhalla’ya doğru yol aldık. Nedir bu Walhalla dediğini de duyar gibiyim. Az biraz bekle özelliklerinden falan bahsedeceğim ama önce şunu söylemem gerekiyor: hacım adamlar nehirleri çok ama çok efektif kullanıyor. Türkiye’de kaç nehirde yük taşımacılığı yapılıyor? Debisi yüksek falan demeyin durun bi. Adamlar debiyi düşürmek için nehrin çeşitli yerlerine setler çekmişler, teknelerin rahat yanaşması ve yüklerin kolayca taşınması için ayrı kanallar meydana getirmişler. Kaldı ki Türkiye’de karayolu taşımacılığı o kadar fazla yer kaplıyor ki; ne nehir taşımacılığı ne de demiryolu taşımacılığı gibi daha hesaplı ve güvenli olan alternatifleri çok daha seyrek kullanıyoruz. Her otoyol tırlarla, kamyonlarla dolu maalesef. (E tır şoförleri işsiz mi kalsın yani?) [E o zaman da demiryolu ve nehir taşımacılığında iş imkanları artardı?] Ben bu hislerde “vay arkadaş adamlar cidden çok güzel sistem geliştirmiş” diye düşünürken [yav yol ne kadar uzun düşün, git git bitmiyor ve nerelere geliyor konu] bir baktım karşıda Walhalla’ya benzeyen bir bina (sanki daha önce gitti gördü ha.. Fotoğraflarda gördüğün bir yeri uzaktan nasıl öyle şıp diye tanıdın?) gördüm, Fei’ye hemen: “Aha sanırım Walhalla.” dedim ve fotoğraflarını çekti bir ton. Sonra anladık ki o Walhalla değilmiş, sadece bir villa imiş. Büyük rezil oldum büyük (tanımamış :D) [ek bilgi, Fei bildiğin 23-25li yaşlarda gösteriyor falan, bir söyledi 30 yaşındaymış. Uzak doğulular cidden olduklarından çok daha küçük gösteriyor hacı] Tabi o esnada ben de bir arkadaki yan oturulan bankta gideyim bir “timelapse” yapayım dedim. Hop yerime yaşlı bir amca oturdu. Napalım kalk hacım bura benim mi diyeyim? Adamın saçının kılları ağarmış :D Ses çıkarmadım bankta otura otura devam ettim. Neyse bir kaç dakika sonra harbi harbi Walhalla karşımıza çıktı. Nereden anladım? Çünkü herkes ayağa kalkıp fotoğraf çekmeye başladı ve turda “Walhalla solda kalmaktadır, adam olun gidin bir iki kola falan alın zarar ediyoruz burada” anonsu geldi. Usul usul çektim fotoğraflarını Walhalla’nın. Uzaktan geliyordu efil efil Walhalla kokusu (abart, abart)-

Her yere bunu koydum profil foto. Mis
Walhalla için kıyıya yanaştığımızda, buraya ilk geldiğimde mailler ile bir ton soru sorduğum ve harbi harbi baya yardımcı olan Welcome Office memuru Frau Sickel ile (ismi Karin, öyle devam et hacı. Frau Mırau bilmeyiz biz.) birlikte tekneden indik (Hemen Fei’yi sattı tabi). Hoşbeşin ardından, “o kadar merdiven çıkmaya hazır mısın?” dedi. “200 tane falan var mı ki merdiven, yoksa çıkılır ya ne ki sanki” dedim. “En az 300 merdiven var” deyince ben şok. Ben Oha. Ben hadi canım inanmam. Ben acaba aşağıda mı beklesem düşüncesi ile Walhalla’ya doğru hafiften yol aldık. Sonra bir baktım ki abooooo git git bitmeyek uzaklıkta bir abide karşımda. Frau Sickel ile (Karin) “hadi hacım gel merdivenleri saya saya çıkalım” diyerekten çıkmaya başladık. Her 100 rakamında sıfırlıyorum, 0-20 arasını Almanca, 21-99 arasını Türkçe, 100’ü ise yine Almanca saya saya süper tempoda birlikte çıktık. Yolda sürekli soluklandık dinlendik. (Hayır şimdi evinde apartmanında 20 merdiven var diye, aman dizim, aman g.tüm diyerek gider şov yapar asansör kullanırsın. Aman dizim sakat falan dersin. Sonra gider o kadar merdiveni tempolu çıkarsın. Anca şov ya) Yalnız yol git git, merdivenler de say say bitmiyor. En son ne zaman böyle merdiven saymıştım? Eiffel kulesinde (Aha yine hava atıyor ya). Oranın merdiveni kaçtı? Ben de hatırlamıyorum :D Ama orada asansörle çıkıp merdivenle inmiştim o ayrı bak. Neyse devam. En tepeye çıkarken arada Atria da bize eşlik etti. Sonra baktı bizim tempo yüksek, ayrı geldi o. Yolda bir Alman amca bize eşlik etti. Merdivenin sonunda Walhalla’ya ulaştığımızda 417 (oha, nasıl 417? İkişer ikişer mi saydın naptın? Nasıl 417 ya? Yuh) rakamına ulaştık ve Alman amca ile bize katılarak kutladık tepeye ulaşmamızı. 5-6 dakika dinlenip g.tü başı topladıktan sonra biletimizi alıp Walhalla’nın içine girdik. [Tabi bir de arkadaş çevrem beni iyi tanıyor hacı. Bak 417 merdiven çıktıktan sonraki halimi içeren story’yi Instagrama attıktan sonra büyük avukat, zengin, aktif, sportif, zeki, yakışıklı, çok yakışıklı (oha, bildiğin yazıyor) Hasan kardaşım cevap verdi: “Kesin paraşütle falan inmişsindir oraya. Yoksa sen imkanı yok o götü kaldırıp çıkamazsın oraya”. Adam haklı hacı, beni iyi tanımış. Frau Sickel’in gazına geldim olay o :D] (doğru söyle lan. Genç, güzel ve bekar de mi Frau Sickel? Yoksa sen imkanı yok öyle bir gaza gelmezsin) [35-40lı yaşlarda, evli, güzel de değil. Ayıp ettin şimdi hacım. Biz centilmen adamız. Efendim? Yav dur gitme devam ediyoruz tamam]-

Uzaktan bir bakış atarken.
Walhalla (kelime anlamı, Vikingler’de Kral-Tanrı Odin’in savaşçılarının öldükten sonra gittiği yer, Cennet imiş) 1825 yılında I.Ludwig tarafından (hani Dom önünde heykeli olan) prenslik zamanında tasarlanıp Alman halkının onuruna yapılmaya başlanmış ve 18 Ekim 1842’de tamamlanmış. Tasarımı esnasında Atina’daki Parthenon esas alınmış. Bu Abide’nin içerisinde Alman tarihinde önem arzeden 159 şair, yazar, bilim insanı, siyasetçi ve sanatçının büstü var. Bunun 60’ı 1825 yılında tamamlanmış olan büstler. 1842 yılında açılış esnasında toplam 96 büst varmış ve zamanla eklemeler yapılmış. 64 adet de levha var büstlerin üstünde ayrı olarak. Walhalla’nın içinde en uç noktada ve ortada büyük bir Kral I. Ludwig heykeli var. Ama büstler arasında en popüler Beethoven ve Albert Einstein. Tabi Einstein’in büstünü bulana kadar öldük. Şansımıza baktığımız son büst Einstein çıktı. [Demek tam ters noktadan başlasak hemen bulacaktık. Zeka] En son eklenen büstler arasında Sophie Scholl de vardı. Kim olduğunu kısaca şöyle söyleyeyim, Nazi rejimi esnasında yapılanların yanlış olduğunu söyleyen el bildirilerini üniversitede dağıtan ve 21 yaşında, yakalandıktan 4 gün sonra idam edilen aktivist. Çok büyük saygı duyuluyor kendisine. Bu bilgileri de verdikten sonra geziye devam. Walhalla içerisinde, bu yapıyı anlatan ses cihazlarını para ile satıyorlar. Ben naptım? Almadım tabi. Fakat illa bir hatıra olsun diye 2 tane kartpostal aldım. Walhalla içerisinde tek tek tüm büstleri inceledim. Çok ayrıntılı yapılmış, eyvallah güzel de. Asıl güzel olan hem Walhalla’dan nehir manzarası ve Walhalla içinde altın sarısı ve pembembsi renkte yapılan süslemeler ve tasarım. Gerçekten ama gerçekten, abartmadan söylüyorum Walhalla içerisindeki tasarımlar harikuade. Fakat manzara? Harikulade + Muhteşem + Dehşetengiz + Harika + Süper + Olağanüstü + Efsane. Abartıyorsun diyeceksiniz, gidin bi görün hacı. Abartmıyorum. Hatta aha fotoğrafları ekledim, gör bak güzel değil mi bu manzara allaesen? Evet bence de süper. Walhallı içini gezdikten sonra Atria ile yürü hacım gel tapınağın çevresini dolaşalım, şu ileride kafemsi yerde bir şeyler içip, süper manzarada fotoğraf çekilelim dedim. Bir manzara bulduk ki abo. Direkt profil fotoğrafı yaptım. 10 sene daha o fotoğraf kalır bende sanırım. Çünkü adam akıllı fotoğraf çekilme özürlüsüyüm efendim. Manzarada fotoğrafları çektikten sonra kafemsi yere gittik, sessiz sakin limonlu sodamızı içtikten sonra (ne kadar ödedin la? Cidden bak? Ney???? 3€ mu? Yok abi çok zengin bu, yürü gidelim fakir bir blog bulalım) tapınağın etrafını dolaştık, yine manzaraya hayran kaldık. Akabinde yavaş yavaş tekneye doğru inmeye başladık. Yürüdük, yürüdük, yürüdük, yürüdük, indik, indik, indik. Bitmiyordu yol ama sonunda tekneye ulaştık. Hah işte ulaşmaz olaydık... Binerken verdikleri biletleri istediler. Sağ cebe baktım, yok. Sol cep? Yok. Cüzdan? Orada da yok. Ara tara, zar zor çantanın bir ücra köşesinde buldum. Ama o an ki korku... Amanın anlatılamaz. Tam tekne kalkacak, bir anda hava kapandı, simsiyah bulutlar toplandı ve bir yağmur başladı ki... Anam öyle böyle bir yağmur değil. Gök gürültüleri falan. Bir baktık ki sonra, zaten fırtına uyarısı yapılmış kaç gün önce. Bende de yağmurluk falan hak getire. Tshirt ile ne kadar ne kadar koruyabilirsem kendimi, o kadar. Tabi Walhalla’dan tren istasyonuna gidene kadar bir ton yağmur yedik ama Frau Sickel ile sohbet ede ede yürüdük tren istasyonuna. Yolda ben bi ton yağmur yedim, ilk başta şehre ulaştığımızda yağmur azdı ve Frau Sickel’in şemsiye paylaşma teklifine, yok sağolasın bişi değil bu yağmur dedim (salak). Tren istasyonuna kadar yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra, istasyonun yanında o son yağmuru yemeseydim iyiydi... Frau Sickel bir sonraki Brombachsee gezisine de gelecekmiş. Ben de gideyim mi? (git lan git ona da git, Parise de git, Praga da git, Europapark’a da git. Hayat sana güzel – [burayı şehmus falan söyler kesin bana bak. Hissettim]) [yav dur bi dinle, gitmeyeceğim muhtemelen. Ama gidebilirim de... Bilmiyorum].

Dönüş treninde herkes trene doluştu ve yol boyu Atria ile birlikte aktarma treni için Nürnberg’e doğru yol aldık. Yol boyu naptım peki? Evet paso uyudum. Nabim ya, gel sen o kadar merdiven çık sen de yorulma. Sonra Nürnberg’de aktarma trenine binerken herkes birbirini kaybetti tren istasyonunda. Zar zor trende oturacak bir yer bulana kadar vagon vagon dolaştım ve sonunda bir yer buldum. Oturdum. Tabi telefonumun şarjı da %3-5 bandında geziniyor. O esnada şarjım bitmesin diye telefonu uçak moduna aldım. Hah işte o dönemde Atria ve Welcome Office aramış beni. Atria treni bulamamış [ama şansa aynı trene binmiş], kafile de Müslüm’ü kaybettik moduna girmiş. Trenden indim bir baktım, Kae. Kim o? Dil kursundaki Japon arkadaş. Hayır yav o sinemaya gittiklerim Chie ve Fune idi. Neyse işte onla ayak üstü sohbet ederken kafile veda konuşması yapmış. Ayrılma aşamasına gelmişler hatta. Herkesle vedalaştıktan sonra kararlaştırdığımız üzere Paula ile de buluştuk hbf önünde. Kolombiyalı ve adını unuttuğum [Diana mı neydi ya] arkadaşı da geldi, birlikte yürü gidek Käsespätzle falan yiyelim dedik. Düştük yollara. Arkadaş altı üstü Käsespätzle ve her yerde rahat bulunan bir yemek. Otobüse bindik, bilmem kaç durak sonra indik, sonra yine yürüdük ve zar zor restoranı bulduk oturduk oraya. Onlar tabi bol bol etli yemekler yiyebilirken, ben usul usul Käsespätzle yedim. Neden? Çünkü Käsespätzle emekti, sevgiydi ama şunu öğrendim bir ton kalorili idi :D Tabi bu yemek esnasında uzun uzun siyasetten din tarihinden vs sohbet ettik. Mesela Güney Amerika’daki hristiyanlar daha dindar diye bilinir ya. Hah işte Şilide öyle değilmiş. Çünkü birkaç sene önce kilisedeki çocuklara rahipler tarafından tecavüz skandalı olmuş ve Papa tarafından olay geçiştirilmeye çalışılmış. Halk da buna tepki olarak dine karşı büyük bir soğuma içine girmişler. Ya da mesela bana Ramazan ile alakalı sorular sordu, evet hatta Nick’in sorduğu sorular ile paralel sorular. Onları yanıtlayabildiğim kadar yanıtladım. Sonra konu islamda kadın erkek eşitliğine geldi. Şeyapamadım :D Siyaset tarihinde de konuşurken şu konu geçti: Hacım eyvallah Hitler çok kötü bir insan. Çok büyük zulümler yapmış bir diktatör. Milyonlarca masum insanın hayatını derinden etkilemiş. Fakat sorun şu ki, sanki o dönemin İngiltere, ABD, İtalya, Sovyetler gibi ülkelerinin liderleri pir-u pak. Mussolini, Stain, Churchill, Roosevelt hepsi milyonlarca insanın kaderini yine derinden etkilemiş. Stalin de milyonlarca insanı öldürmüş, Mussolini de beterini yapmış, Churchill Almanya’da savaş kesinleştikten sonra bile bir çok şehri dümdüz etme emri vermiş ve bombardıman ile birçok şehri harabeye çevirip sivilleri katletmiş, Rooseevelt emri ile ateşkes sürecindeki Japonya’ya Hiroşima ve Nagazaki kentlerine iki tane atom bombası atmış, milyonlar ölmüş ve hatta hala izleri silinmiyor oraların. Fakat öyle bir algı var ki, diğerleri Hitler’e kıyasla masum gibi görünüyor. Hayır efendim. Hitler diktatörün tekiydi ama diğer liderler de daha az kötü değillerdi. Belki Hitler bir parmak daha fazla diktatör ve zalim ama diğerlerinin masum yapmaz bu. [Burada Paula Şili’de Pinochet’i de ekledi bu zalim, diktatörlere. Fakat Pinochet taraftarlarına göre de ülkede büyük bir ekonomik kalkınma sağlamış bu şahıs. Evet] Fakat maalesef kazananların hukuku ve egemenliğinin bir sonucu olarak diğer liderler es geçilmiş. [Paula şunu da ekledi, eğer Hitler gibi iğrenç bir tecrübe olmasaydı, belki günümüzde başka Hitler’ler olabilirdi Almanya’da ve Almanya daha az toleranslı, ırkçılığa karşı daha hassas olurdu dedi. Katılıyorum]. Tabi konuştuğumuz başka siyasi konular var da, orayı sonra şeyaparız. 


Albert ve ben, Sağdaki b....... tamam yapmayacağım :D

Sağlıklı besleniyorum diye düşünürken 10bin kalori almak
Bu derin siyasi ve tarihi konuları içeren konuşmadan sonra, yürü hadi dönelim, adamlar tükanı kapatacaklar dedik. Her masaya alüminyum folyo koymuşlar. Yemeği artan buna koyup alıp gidebiliyor. Tam benlik bir sistem :D Diana artan yemeğini buna koydu, paketledi falan sonra hesabımızı ödemek için garsonu çağırdık. Elinde tableti ile geldi. Tablet süper hacı. Hesabı ayrı ödemek için bir tuşla ayrı hesap ödenmek üzere tasarlanmış tüm sistem. Malum burada adet hesabı ayrı ödemek olduğu için onlar için normal ama Türkiye’de hesabı ayrı ödeme isteğiyle yediğimiz bütün yemekler sonrası bir hesap ödeme, hesaplama problemi yaşadık. (İyice Alman oldun ha, ısmarla yani nolacak?) Tabi bu esnada Paula kredi kartı ile ödemek istedi, pos cihazı yokmuş. Paula’nın arkadaşında da yeterli para yokmuş Paula için. Noldu? Ben ödedim :D Ama tabi borç. Diğer buluşmamızda şeyaparız dedi. Tabi bir Fincan olarak o parayı almadan ölmem hacı. Ayıpsın. Tabi bu ödeme faslından sonra otobüsümüzü bulmalık yola çıktık, durağa ulaştık. Otobüse bindik, evimize ayrı ayrı döndük. Eve vardığımda bilmem kaç bin adım yürümüştüm o ayrı da. Çıkılan kat sayısı 29 yazıyordu. İşin özü gittim uyudum hacım nabim. Efendim? Evet bitti yazı bitti. Haftaya veya diğer hafta Brombachsee gezisi, belki olursa sürpriz bir gezi (ohhhh), Fune ve Chie ile birlikte Suşi yeme [daha yemedim dur dinle, planladık sadece], yine aynı ekiple Dünya Kupası izleme olaylarını ve muhtemelen daha fazlasını içeren yazılarla yine şeyapacağız inşallah. Ama özet şu ki, Regensburg’a gidiniz efendim. Güzel şehir. İmkanınız olur da yolunuz buralara düşerse bilin ki gezilesi bir yer var buralarda. 

Hadi görüşürüz okurum. Sağlıcakla kal emi? Tabi kanalıma abone olmayı, videoya yorum yapmayı unutma :D Alttaki video mu? Yok benim deeel, Youtube"da buldum.  Son olarak ne diyoruz? Aynen öyle: Tschüss!


Walhalla'dan Manzara

Walhalla içerisi efendim.

Yorumlar