Bloga Hoşgeldin. Burası Hukuk Öğrencilerinin, Hukuk Severlerin ve İyi Niyetli Üçüncü Kişilerin Buluşma Noktası!
Bavyera'dan Bir Cennet: Walhalla ve Regensburg Macerası - 1. Kısım #13
Bağlantıyı al
Facebook
X
Pinterest
E-posta
Diğer Uygulamalar
-
İğrenç saçıma rağmen... Kesecem ya
Ses, deneme 1, 2... Deneme 1.... Çok mu oldu ses ya?
Yayında mıyız? Tamamdır. Merhabalar, günaydınlar, selamlar, guten morgenler,
konniçivalar (bu hangi dil ya? Japonca
mı? Höh onu ne ara öğrendin), good morningler, falanlar filanlar sayın
okurlarım. Artık sizinle yazarak değil buradan konuşarak iletişim kuracağım. [bi dakka ya, şu an ben bir şey dinlemiyorum
okuyorum diye düşünebilirsin tamam ama bozma işte ortamı. Farz et radyo
programı şeysi şeyapıyoruz. Tamam tamam yazıya dönüyorum. Ama bence gayet
yenilikçi bir düşünceydi blog yazısı okurken radyodaymış gibi ortam oluşturma
fikri. Değil miydi? Ohoooo tamam ya düz yazı yazmaya devam] [Ne güzel hayal
ediyordum: “Evet arkadaşlar kanalıma hoşgeldiniz, bugün Regensburg gezisinde
gülmeme challenge yapacağız” diye başlayıp, “kanalıma abone olmayı, videoya
yorum yapmayı unutmayın” diyerek yazıyı bitirmeyi. Ah ah...]
Yazımız biraz uzun olacak gibi efendim öncelikle söyleyeyim. Hatta bilemiyorum belki kırpar iki bölümde yayınlarım (Ulan var ya tam da, bir hobbit kitabından üç film çıkaran paragöz yönetmenler yapımcılar gibi oldun ha. Para seni bozdu) ve sizin rahat okumanızı sağl..... Tamam tamam amacım o değil, para kazanmak. Ya arkadaş blogda gıram (evet gıram) reklam yok ben nasıl para kazanayım? Yazıya başlamadan önce şunu da söyleyeyim, blogda her ay bir konuk yazar alma [ama geçici ha... Sadece bir yazılık. Neden mi? Blog benim damar benim] (bi dakka ya... Zaten blogda başka yazarlar vardı bi sürü. Onların sekmeleri nerede sahi? Hea? Susturamazsınız beni bi dak.........) fikrini benimsedim. Neyse lafı fazla uzatmadan başlayalım mı ne dersin? Ne diyorduk başlarken? Evet harika :D Öğrenmişsin ya. Los geht's!
Adamlar yapmış...
Öncelikle havadisleri aktaralım daha sonra Regensburg
macerasına başlarız. Efendim geçtiğimiz aylarda büyük bir hummalı çalışma
içerisine girmiştim. Yaz için süper planlar kuruyor, şunu şunu yaparım diye
kendime harika bir motivasyon sağlıyordum. Peki neydi bu? Kuzenim Türkiye’den
bir aylığına gelecek, birlikte araba kiralayıp bol bol gezecektik. Planım
buydu. Buradan davetiye gönderme, orada tapusundan ehliyetine, kredi kartından
sgk kayıtlarına, vukuatlı nüfus kayıt örneğinden babaannemin kızlık soyadını
kullanırken giydiği entarisinin rengine kadar bir ton belgeyi hazırlama,
randevu alma, vizeye başvurma gibi süreçlerden sonra geçtiğimiz günlerde büyük
bir şok neticesi olarak Ahmetin vize başvurusunu reddetti sağ olsun canım
Almanyam. Sebep? E kuzenimin (Ahmet işte
anla) Almanya’ya geldikten sonra geri dönmeyeceği kanaati hasıl olmuş
kendilerinde. İşin garibi ve saçmalığı şu ki, bir ton uğraşıp burada
belediyeden alıp gönderdiğim davetiye tam da bunu garanti ediyor ve Ahmet’in
geri dönmemesi halinde bana cezai bir sorumluluk bile yüklüyordu. Dahası
kendisi öğrenciydi, amcamın maddi durumu gayet iyiydi ve bu tür vize
başvurularında reddedilme oranı ise binde bir idi. Nasıl bir şansmış ki
reddetiler anasını satim. Gittim sordum soruşturdum, nasıl olur bu diye kendi
kendime hayıflanırken tepem attı ve itiraz dilekçesi yazmaya ve Alman
bürokrasisi ile tanışmaya karar verdim. Harika hukuki bir dille Ahmetin
ağzından bir itiraz dilekçesi yazdık gönderdik Büyükelçiliğe. Hatta bu
gönderimin öncesinde de Ankara Büyükelçiliğini arayıp durumu izah ettik ve
telefondaki görevli Ahmet’e Türkçe bir dilekçe yaz şu maile gönder demiş. Biz
de bu telefon konuşmasından umutlanarak dilekçemizi maille ilettik ve sonra
gelen yanıt üzerine bu dilekçeyi Almanca istedi Büyükelçilik. Binbir uğraş
sonucunda kırık dökük Almancam ile kendimi yırta yırta bir dilekçe yazdık onu
da gönderdik mail yoluyla ve yanıtı beklemeye koyulduk. Henüz yanıt gelmedi
tabi fakat nedense umudum da kırıldı. Velhasıl kelam davetiyeyle buraya
gelmeyin arkadaş. Gidin turist turist gezin mis gibi ya. Ha ama eğer
gezebilirsek ne mutlu ve bol bol gezi yazısı ile buralarda olurum. Vize
itirazımız reddedilirse... Küfredecem :D ve yazın nasıl ve kiminle bir gezi
yapacağımı düşünmeye başlayacağım. Bakalım ne yapabileceğim ben de bilmiyorum. (Ya bırak sen yine bi şekilde gezersin. Anca
gez zaten. 1€ olmuş 5 lira, gezersin tabi) [Arkadaş tamam 1€ 5 lira olmuş da,
ben burada lira ile mi ödüyorum? Biz de kıt kanaat şeyapıyoruz] (kendisi ile
tartışan şizofren blog yazarı hakkında yakalama kararı çıkarıldı konulu haber
için tıklayınız).
Gelelim Regensburg gezisineeee. Bu geziyi iki haftadır
iple çeker olmuştum çünkü canım gezmek istiyordu acayip bir biçimde :D Bir de
gezi için kayıt Pazartesi sabah başlamış ve saatler içinde tüm kontenjanlar
dolmuştu. (Noluyor hacı yangından mal mı
kaçırıyorsunuz nedir yani? Hem üstüne bir ton para veriyorsunuz, sanki bedava
heaaa. Ne? Nasıl? 12€ mu? Hem tekne turu, hem gidiş dönüş tren bileti, hem rehber,
hem de müze gezme dahil mi bu para? Oha 60 lira vermem ya. Niye mi 5 ile
çarptım? E Euro 5 TL oldu gidiyor. Niye çarpmayayım kardeşim, ben hep 50
liralık benzin alıyorum burad.......) Sabah erkenden kalkıp kahvaltımı
yaptım (bi dakka bi dakka oruç değil
misin? Oh ne güzel hayat be. Ben de seferiyim napacağız onu?) çantamı aldım
ve otobüs ile tren istasyonunda buluşma noktasına gittim. Malum benim evden
şehir içine ayda yılda bir otobüs geldiği için bi 5 dakika erken istasyona
varmıştım. Buluşma noktasında grubu bulunca sevindim fakat bir bakındım etrafa
ki, kimsecikler yok hacı tanıdığım. Bir Welcome Office’den gelmiş bizle beraber
gezip rehberlik edecek kimseleri tanıyorum, bir de geçen gezide gördüğüm Çinli
çift [Çinli demeyin bana ya... Ah gezide
neler yaşadım neler ben bu milletle] (oha ırkçılık yapıyor!) [yav dur araya
girme ne ırkçılığı, dur yaşadıklarımı bi anlatayım ondan sonra gir araya]
tanıdığım kimselerden. Bekleyiş esnasında herkes sus-pus idi zaten. Sadece
Çinli arkadaşlar [toplamda en az 7 saydım,
muhtemelen daha fazladırlar] [toplam grup 22 falandı] kendi aralarında
sürekli konuşuyorlardı, bir de burnu havada kimseye selam vermeyen Rus komşum. (ırkçı, valla ırkçı. Poliiiiiis) Tren
saatinin yaklaşması ile istasyonun içinden trenin kalkacağı perona doğru
ilerledik. Orada şükür biri ile diyalog kurabildim. Atria imiş ismi, İranlı.
Düşün C1 Almancası var, o derece gözümde nirvana yani. Hoşbeşin ardından trene
geçtim, trende de karşıma tesadüfen bizim gezi grubundan Tayvanlı Fei oturdu.
Yol boyu İngilizce Almanca karışık sohbet ettik. Kız cidden baya baya kültürlü
ve harika İngilizcesi var. Bir de adını bilmediğim ve öğrenmek istemediğim,
sıfır görgü kuralı ve İngilizce bilgisiyle nasıl bu habitatta kalmayı
başardığını sorguladığım kısa pantolonlu, uzun çoraplı Çinli arkadaş vardı (ben daha başka bir şey demiyorum. Ne olmuş
yani kısa pantolon giyiyorsa ah ah tahammül kalmamış bu millette. Yetişin a
komşular). Bu şahıs yol boyu susmadı. 2 saat tren yolculuğunun yarısında
bunu dinledim, garip ve anlamadığım tüm sorularına, bilimsel araştırmalarına
falan evet diyip başımı salladım durdum. Dahası.... Neyse dur ileride
anlatayım. [Şehre varır varmaz trenden
çıkarken Hintli bir arkadaş ile de 10 dakika kadar sohbet ettim. Ben bu Hint
İngilizcesini bir türlü sökemedim arkadaş ya. “Wat is yor pörpus of bizit”
İngilizcesi. Anlayana kadar tüm İngilizce geçmişimi zihnimden geçiriyorum.]
Pizza siparişinde pozitif (+99) ayrımcılık
Regensburg’a vardıktan sonra rehberimiz eşliğinde
gezimize başladık. [Hayır Welcome Office
görevlileri değil ya. Para ile şehri anlatan tur rehberleri olur ya. Hah ondan]
Zamanında nüfusunun düşük olması nedeniyle 2. Dünya Savaşı esnasında
bombalanmayan ve hasar görmeyen nadir şehirlerden biri olan Regensburg,
günümüzde yaklaşık 150bin nüfusa sahipmiş. Tuna nehri (akmam diiiiiyoooor) ile Regen nehrinin birleşimi noktasında
kurulmuş olan Regensburg’da 1500 bina UNESCO Dünya Mirası koruma
listesindeymiş. Rehberimizin anlattığı bilgiye göre, 179 yılında 8bin Antik
Romalı’nın burada yaşadığına ilişkin bilgiler varmış. Bavyera eyaletinin ilk
başkenti olan bu şehri ben çok sevdim hacım (Hangi
şehri sevmedin ki yaaa. Anca batı özentisisin. Prag güzel, Erlangen güzel,
Paris güzel, Regensburg güzel, Rotterdam güzel, Köln güzel. Bir Birecik
kötüğğğ) [E hepsi güzel :D] Şehir çok sessiz sakin, katedrali var, nehri var,
botları var, yeşilliği var, kocaman bir üniversitesi var. Oh mis gibi şehir
işte. Şehrin merkezindeki 1146 yılında yapılmış olan Steinerne Brücke (Daş Köprü) hala dimdik ayakta ve
turistlerin akınına uğramış halde. Hatta bu köprü ile ilgili bir efsane
varmış. Efsaneye göre köprünün ortasının kambur olması, köprüyü zamanında
yıkmaya çalışan ve ortasından yukarı doğru bastıran şeytanın işiymiş. (Dış
güçler) Keza nehirdeki bir çok girdap da
[yav minik minik girdaplar ha. Girdapcık] yine şeytanın marifetiymiş. Efsane
işte. Hatta yine rehberimizin anlattığına göre şehir merkezinde tren
istasyonuna yakın bir yerde [oraya da
gittik] bulunan taşlar Roma döneminden kalmaymış ve inan kimse dokunmamış. [Aynı şekilde Birecik’te Birecik kalesinin
devlet tarafından İttihat ve Terakki emri ile Osmanlı zamanında ihaleye çıkılarak
yıktırılması da ayrı bir konu... Kıyaslayın işte] Keza şehirde Colloseum
adında 2. Dünya Savaşında esirlerin toplandığı bir bina da varmış.
Aile doyar bununla aile.. YUH
Şehrin eski çarşısı restorasyon sonrasında zeminine
taşlar döşenmiş ve lamba olarak da sigara şeklinde lambalar yerleştirilmiş. Halk
bu restore edilmiş haline çok karşı çıkmış. Baya eleştirmişler. Şehir 12 ve 17.
Yüzyılda yıkılıp yeniden yapılmış. [Neden
nasıl ne zaman falan inanın ben de anlamadım. O sırada rehberimiz bunları
anlatırken sıkılıp çevre binaların fotoğraflarını çektim. İyi ki de çekmişim
çünkü fotoğraf çekilmek için bile zaman bulamadım gezinin yoğun temposu
nedeniyle.] 3 katlı belediye binasının 3 katı da, 3 ayrı dönemde inşa
edilmiş. [Dönemlerin isimlerini
hatırlamıyorum ama katlardan biri Barok mimarisi idi onu biliyorum. Fotoğrafını
şeyaparım. Ben çekemedim internetten bulurum diye ümit ediyorum] Eski
çarşıdan çıkıp, Pazar yerlerini aşıp ilerledikten sonra Dom katedralinin olduğu
bölgeye vardık. Katedral muazzam büyüklükte ve bir çok ayrıntı var katedralde.
Fakat tabi buna vaktimiz olmadı tek tek incelemelik [yav arkadaş işte turla gezmenin de eksi yönü bunlar işte. Bir türlü
rahat rahat gezilmiyor. Sürekli arkadan ordu kovalıyor hissi çok kötü]. Fakat
katedral bir Kölner Dom değil :D Katedralin boyu 150 metre ve yaklaşık 50 sene
önce kirden pisten isten pislikten simsiyahmış. Fakat yapılan temizleme
çalışmaları neticesinde taşlar hemen hemen bembeyaz hale gelmiş. Bu kilisenin
yapımı ve restorasyonunda tüm gideri Bavyera eyaleti karşılıyormuş. Katedralin
önünde kocaman bir heykel var. I. Ludwig heykeli. Tam adıyla, Ludwig Karl
August, 1825 yılından 1848 yılına kadar Alman imparatoru imiş. Fakat
anlamadığım şu ki, sanırım bu kral (yalnız
bu adama “çok kıral adamsın yeaaa” esprisi yapan arkadaşları var mıdır? Yok
mudur? Vardır ya) kral olduktan sonra ilk ziyaret ettiği şehir Regensburg
imiş. Onlar da bu nedenle heykelini dikmişler. Eğer doğru anladıysam çok saçma
bir heykel dikme sebebi ama neyse.
En ucuzu hangisiymiş... Hepsi pahalı lan
Katedrali koşarcasına gezdikten sonra, yaklaşık iki saat
serbest zaman verildi [Katedralden ayrılma noktasına giderken yoldan bir eski binaya da girdik, kaç yüz yıllık binaymış ama tabi tarihi anlamadım ve şu an yurt olarak kullanılıyormuş. Panoramik fotoğrafını çektim ama paylaşmayayım, bi ton foto var zaten] ve gidin ne yiyorsanız nereyi geziyorsanız gezin dendi.
Ben de gelmeden önce az biraz buraları araştırmış olmanın sonucu olarak Fei’ye
dedim, bak burada bir restoran duydum ve puanı da çok yüksek. Yürü buraya
gidelim. Aslında herkesin yaptığı gibi 850 yıllık Wurstkuchl restoranında
lavantalı ekmek arası sosisli sandiviç [bu
nasıl yazılıyordu bi dakka ya. Sandviç de olabilir, neyse siz konuyu anladınız]
yiyerek öğle arasını geçirebilirdi [ben
geçiremezdim, neden? Domuz eti şeyapmıyorum ondan] fakat orada sıra çok olması
nedeniyle yürü gidelim dedik ve 5 dakika mesafedeki restorana doğru yol almaya
başladık. Fakat o da ne, bizimle beraber Çinli çift de geliyor. Hadi onlar
neyse de, kısa pantolonlu çok konuşan arkadaş da geldi peşlerinden. Kocaman bir
pişmanlık dalgası vücudumu sararak restorana girdik. Restoran tıklım tıklım ve
adım atacak yer yok. Garsona yarı Almanca yarı İngilizce meramımızı anlattıktan
sonra “lütfen iki dakika barda oturup beklerseniz, masanızı temizleyip sizi şu
masaya alabilirim.” dedi. Peki bekleyelim dedikve komple beşimiz barda beklemeye başladık. İşte o an sahneye Mr. Kısa
Pantolon çıktı. [dur abi şuna bi isim
bulayım ben. Her cümlede uzun uzun yazmayayım muhteremi... Çorapören diyelim :D
Devam] Baktım elinde 5 tane menü ile bize ne yiyeceğimizi soruyor. Hayır
biliyorum ki garson getirir bizim o menü ile o an uğraşmamız çok abes ve menüyü
geri verdim fakat sağ olsun hepsi menüye odaklandılar ve hatta o menülerin
tamamını masaya da getirdiler. Garson yerimizi gösterdi, masamızı hazırladı ve
ellerinde 4, masada 5, toplam 9 menü ile masaya oturduk. Garsona siparişimizi
vermek için yaklaşık 10 dakika bekledikten sonra siparişleri verdik. Ama
duuuur, Çorapören beyefendi daha seçemedim dedi. [arkadaş neyini seçemiyorsun ya. Pizza la pizza] (onu boşver de, sen ne
seçtin söyle bi... Peynirli mi? Eferim güzel, iyi seçim) Garson ile birkaç
dakika daha bekledikten sonra [hayır işin
kötüsü vaktimiz kısıtlı, grubu yakalayıp tenke turu için tekneye geçmemiz
lazım] pizza siparişini verdi. Ne içiyorsunuz diye sorunca garson herkes
aklına gelen bir şeyi menüye bakmadan söyledi. Ama beyimiz yine Çorapörenliğini
yapıp 3 dakika menüye bakıp Ice-Tea sipariş etti... [Küfretmeyeceğim tamam...] [Hayır hangi pizzadan seçti onu da
söyleyeyim... Nutellalı pizza. Ekmek üzerine nutella istedi :D Abi git evinde
ekmeğe sür ve ye nutellanı, nedir yani. Waffle tipinde pizza yedi o sıcakta.
Gelmişsin İtalyan Restoranına, git peynirli salamlı sucuklu falan bir şey
sipariş et de mi?] (sana ne arkadaşım? İster nutella yer ister jelibonlu pizza.
Renkler ve zevkler şeyapılmaz. Sen peynirli yiyorsun diye o da mı yiyecek?
Eyyyyy Müslüm, sen kimsin ya?)
Siparişlerden sonra masaya servisler açılmaya başladı.
Herkese normal çatal bıçak falan. Bana ekstra çok büyük bir kağıt da açtılar
tabana. Haydaaaa dedim kesin bi halt var. Neyse bekleyişe geçtik ve hemen siparişler
gelmeye başladı. İlk başta Nutellalı Pizza geldi. İçecekler dahi gelmeden
Çorapören bitirdi yarısını pizzasının. O esnada Fei’nin mantarlı ıspanaklı
pizzası da geldi fakat o bekledi tabi diğer siparişleri. İçecekler de geldi, o
da tamam. Çinli çift yarımşar pizza istediler onlar da geldi. Fakat o da ne.
Bildiğin merasimle bir pizza geliyor. Sağdaki soldaki masaların gözü o pizzada,
karşı masadaki Alman velet ohaaaa ne la bu bakışı atıyor [nazarı değecek ya]. Tabi ben de hayretteyim çünkü uzaklardan bir
pizza geliyor ama kocaman. Bak bilen bilir, açken 1 pizzayı rahat yerim (hehehe böyle böyle kilo alıyorsun işte)
ama bak bu pizzayı deli gibi aç olmama rağmen yarısını anca yedim, çeyreğini
Çinli çift ile Fei yedi. Kalan çeyreğini.... Hayır Çorapören değil hayır. Ben
yedim de baya baya kendimi zorladım hani. O derece büyük bir pizza geldi masaya
kondu ve o an anladım neden alta o kağıdı serdiklerini. Kocaman tabağa sığmıyor
arkadaş pizza. Sağa sola taşıyor. Neyse efendim aldım elime çatalı bıçağı,
binbir zorlukla kese kese, dilimleye dilimleye yedim pizzayı. (elinle yedin demi? Çatalla bölüp eliyle
yemiş işte. Yuuuh ortadoğulu. Azıcık uyum sağla uyum. Ye çatalla mis gibi. Ah
ah) [görüyorsunuz okurum. Nasıl tezatlı itirazlar geliyor.] [Şizofreni ile
mücadele derneği]. Pizzamı yiyip, elimi falan yıkayıp hesabı ödemeye
geldikten sonra %5 bahşişimle birlikte o kocaman pizzaya ve kolaya (zora... hehehe) 13€ ödedim. (ohaaaaaa. 78 lira bir pizzaya mı verdin?
Sen nasıl bir Fincan’sın ya. Püüüü. Ne? 78 mi? Evet euro 6 lira oldu. Fark
etmez. Ben hep 50 liralık benzin alıy.......) Çorapören’in “ehehehe ben değ
bahşişğ veriyoruğm” diyerek garsona bahşiş vermesinin ardından baktık dondurma
yemeye vaktimiz ve midemizde yerimiz yok, koşarcasına buluşma noktasına gittik
ve Walhalla’ya gidiş macerası başladı :)
"Bi dakka yaa. Burada mı kesiyorsun? Ohooo olmadı ki" deme ve seni de daha fazla sıkmadan yazıyı bitirelim okurum. Haftaya, olmadı diğer haftaya pazartesi yazı burada söz bak. Valla söz. Hadi tschüss. (Not, Hintli arkadaşın İngilizcesi aşağıdaki videodaki gibidir)
Devamı: Walhalla'da kaç merdiven var? Fei kaç yaşında çıktı? Fei aslında yaşıyor mu? Albert ile Walhalla'da neler yaşadım? Albert kim? Einstein? Yağmur nasıl yenir, orucu bozar mı? Dönüşte neler oldu? Kae ne arıyordu tren istasyonunda? Walhalla'da limonlu sodaya nasıl 4€ verdim? Paula, ismini unuttuğum arkadaşı ve benle peynirli erişte (Käsespätzle) macerası ve siyasi analizlerimiz neydi? Sahi bi de Nick'in babası işe kaçta gidiyordu? Bu niye önemliydi?
Yorumlar
Yorum Gönder