Bavyera'dan Bir Cennet: Walhalla ve Regensburg Macerası - 1. Kısım #13

İğrenç saçıma rağmen... Kesecem ya
Ses, deneme 1, 2... Deneme 1.... Çok mu oldu ses ya? Yayında mıyız? Tamamdır. Merhabalar, günaydınlar, selamlar, guten morgenler, konniçivalar (bu hangi dil ya? Japonca mı? Höh onu ne ara öğrendin), good morningler, falanlar filanlar sayın okurlarım. Artık sizinle yazarak değil buradan konuşarak iletişim kuracağım. [bi dakka ya, şu an ben bir şey dinlemiyorum okuyorum diye düşünebilirsin tamam ama bozma işte ortamı. Farz et radyo programı şeysi şeyapıyoruz. Tamam tamam yazıya dönüyorum. Ama bence gayet yenilikçi bir düşünceydi blog yazısı okurken radyodaymış gibi ortam oluşturma fikri. Değil miydi? Ohoooo tamam ya düz yazı yazmaya devam] [Ne güzel hayal ediyordum: “Evet arkadaşlar kanalıma hoşgeldiniz, bugün Regensburg gezisinde gülmeme challenge yapacağız” diye başlayıp, “kanalıma abone olmayı, videoya yorum yapmayı unutmayın” diyerek yazıyı bitirmeyi. Ah ah...]

Yazımız biraz uzun olacak gibi efendim öncelikle söyleyeyim. Hatta bilemiyorum belki kırpar iki bölümde yayınlarım (Ulan var ya tam da, bir hobbit kitabından üç film çıkaran paragöz yönetmenler yapımcılar gibi oldun ha. Para seni bozdu) ve sizin rahat okumanızı sağl..... Tamam tamam amacım o değil, para kazanmak. Ya arkadaş blogda gıram (evet gıram) reklam yok ben nasıl para kazanayım? Yazıya başlamadan önce şunu da söyleyeyim, blogda her ay bir konuk yazar alma [ama geçici ha... Sadece bir yazılık. Neden mi? Blog benim damar benim] (bi dakka ya... Zaten blogda başka yazarlar vardı bi sürü. Onların sekmeleri nerede sahi? Hea? Susturamazsınız beni bi dak.........) fikrini benimsedim. Neyse lafı fazla uzatmadan başlayalım mı ne dersin? Ne diyorduk başlarken? Evet harika :D Öğrenmişsin ya. Los geht's!


Adamlar yapmış... 
Öncelikle havadisleri aktaralım daha sonra Regensburg macerasına başlarız. Efendim geçtiğimiz aylarda büyük bir hummalı çalışma içerisine girmiştim. Yaz için süper planlar kuruyor, şunu şunu yaparım diye kendime harika bir motivasyon sağlıyordum. Peki neydi bu? Kuzenim Türkiye’den bir aylığına gelecek, birlikte araba kiralayıp bol bol gezecektik. Planım buydu. Buradan davetiye gönderme, orada tapusundan ehliyetine, kredi kartından sgk kayıtlarına, vukuatlı nüfus kayıt örneğinden babaannemin kızlık soyadını kullanırken giydiği entarisinin rengine kadar bir ton belgeyi hazırlama, randevu alma, vizeye başvurma gibi süreçlerden sonra geçtiğimiz günlerde büyük bir şok neticesi olarak Ahmetin vize başvurusunu reddetti sağ olsun canım Almanyam. Sebep? E kuzenimin (Ahmet işte anla) Almanya’ya geldikten sonra geri dönmeyeceği kanaati hasıl olmuş kendilerinde. İşin garibi ve saçmalığı şu ki, bir ton uğraşıp burada belediyeden alıp gönderdiğim davetiye tam da bunu garanti ediyor ve Ahmet’in geri dönmemesi halinde bana cezai bir sorumluluk bile yüklüyordu. Dahası kendisi öğrenciydi, amcamın maddi durumu gayet iyiydi ve bu tür vize başvurularında reddedilme oranı ise binde bir idi. Nasıl bir şansmış ki reddetiler anasını satim. Gittim sordum soruşturdum, nasıl olur bu diye kendi kendime hayıflanırken tepem attı ve itiraz dilekçesi yazmaya ve Alman bürokrasisi ile tanışmaya karar verdim. Harika hukuki bir dille Ahmetin ağzından bir itiraz dilekçesi yazdık gönderdik Büyükelçiliğe. Hatta bu gönderimin öncesinde de Ankara Büyükelçiliğini arayıp durumu izah ettik ve telefondaki görevli Ahmet’e Türkçe bir dilekçe yaz şu maile gönder demiş. Biz de bu telefon konuşmasından umutlanarak dilekçemizi maille ilettik ve sonra gelen yanıt üzerine bu dilekçeyi Almanca istedi Büyükelçilik. Binbir uğraş sonucunda kırık dökük Almancam ile kendimi yırta yırta bir dilekçe yazdık onu da gönderdik mail yoluyla ve yanıtı beklemeye koyulduk. Henüz yanıt gelmedi tabi fakat nedense umudum da kırıldı. Velhasıl kelam davetiyeyle buraya gelmeyin arkadaş. Gidin turist turist gezin mis gibi ya. Ha ama eğer gezebilirsek ne mutlu ve bol bol gezi yazısı ile buralarda olurum. Vize itirazımız reddedilirse... Küfredecem :D ve yazın nasıl ve kiminle bir gezi yapacağımı düşünmeye başlayacağım. Bakalım ne yapabileceğim ben de bilmiyorum. (Ya bırak sen yine bi şekilde gezersin. Anca gez zaten. 1€ olmuş 5 lira, gezersin tabi) [Arkadaş tamam 1€ 5 lira olmuş da, ben burada lira ile mi ödüyorum? Biz de kıt kanaat şeyapıyoruz] (kendisi ile tartışan şizofren blog yazarı hakkında yakalama kararı çıkarıldı konulu haber için tıklayınız).

Gelelim Regensburg gezisineeee. Bu geziyi iki haftadır iple çeker olmuştum çünkü canım gezmek istiyordu acayip bir biçimde :D Bir de gezi için kayıt Pazartesi sabah başlamış ve saatler içinde tüm kontenjanlar dolmuştu. (Noluyor hacı yangından mal mı kaçırıyorsunuz nedir yani? Hem üstüne bir ton para veriyorsunuz, sanki bedava heaaa. Ne? Nasıl? 12€ mu? Hem tekne turu, hem gidiş dönüş tren bileti, hem rehber, hem de müze gezme dahil mi bu para? Oha 60 lira vermem ya. Niye mi 5 ile çarptım? E Euro 5 TL oldu gidiyor. Niye çarpmayayım kardeşim, ben hep 50 liralık benzin alıyorum burad.......) Sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yaptım (bi dakka bi dakka oruç değil misin? Oh ne güzel hayat be. Ben de seferiyim napacağız onu?) çantamı aldım ve otobüs ile tren istasyonunda buluşma noktasına gittim. Malum benim evden şehir içine ayda yılda bir otobüs geldiği için bi 5 dakika erken istasyona varmıştım. Buluşma noktasında grubu bulunca sevindim fakat bir bakındım etrafa ki, kimsecikler yok hacı tanıdığım. Bir Welcome Office’den gelmiş bizle beraber gezip rehberlik edecek kimseleri tanıyorum, bir de geçen gezide gördüğüm Çinli çift [Çinli demeyin bana ya... Ah gezide neler yaşadım neler ben bu milletle] (oha ırkçılık yapıyor!) [yav dur araya girme ne ırkçılığı, dur yaşadıklarımı bi anlatayım ondan sonra gir araya] tanıdığım kimselerden. Bekleyiş esnasında herkes sus-pus idi zaten. Sadece Çinli arkadaşlar [toplamda en az 7 saydım, muhtemelen daha fazladırlar] [toplam grup 22 falandı] kendi aralarında sürekli konuşuyorlardı, bir de burnu havada kimseye selam vermeyen Rus komşum. (ırkçı, valla ırkçı. Poliiiiiis) Tren saatinin yaklaşması ile istasyonun içinden trenin kalkacağı perona doğru ilerledik. Orada şükür biri ile diyalog kurabildim. Atria imiş ismi, İranlı. Düşün C1 Almancası var, o derece gözümde nirvana yani. Hoşbeşin ardından trene geçtim, trende de karşıma tesadüfen bizim gezi grubundan Tayvanlı Fei oturdu. Yol boyu İngilizce Almanca karışık sohbet ettik. Kız cidden baya baya kültürlü ve harika İngilizcesi var. Bir de adını bilmediğim ve öğrenmek istemediğim, sıfır görgü kuralı ve İngilizce bilgisiyle nasıl bu habitatta kalmayı başardığını sorguladığım kısa pantolonlu, uzun çoraplı Çinli arkadaş vardı (ben daha başka bir şey demiyorum. Ne olmuş yani kısa pantolon giyiyorsa ah ah tahammül kalmamış bu millette. Yetişin a komşular). Bu şahıs yol boyu susmadı. 2 saat tren yolculuğunun yarısında bunu dinledim, garip ve anlamadığım tüm sorularına, bilimsel araştırmalarına falan evet diyip başımı salladım durdum. Dahası.... Neyse dur ileride anlatayım. [Şehre varır varmaz trenden çıkarken Hintli bir arkadaş ile de 10 dakika kadar sohbet ettim. Ben bu Hint İngilizcesini bir türlü sökemedim arkadaş ya. “Wat is yor pörpus of bizit” İngilizcesi. Anlayana kadar tüm İngilizce geçmişimi zihnimden geçiriyorum.]

Pizza siparişinde pozitif (+99) ayrımcılık
Regensburg’a vardıktan sonra rehberimiz eşliğinde gezimize başladık. [Hayır Welcome Office görevlileri değil ya. Para ile şehri anlatan tur rehberleri olur ya. Hah ondan] Zamanında nüfusunun düşük olması nedeniyle 2. Dünya Savaşı esnasında bombalanmayan ve hasar görmeyen nadir şehirlerden biri olan Regensburg, günümüzde yaklaşık 150bin nüfusa sahipmiş. Tuna nehri (akmam diiiiiyoooor) ile Regen nehrinin birleşimi noktasında kurulmuş olan Regensburg’da 1500 bina UNESCO Dünya Mirası koruma listesindeymiş. Rehberimizin anlattığı bilgiye göre, 179 yılında 8bin Antik Romalı’nın burada yaşadığına ilişkin bilgiler varmış. Bavyera eyaletinin ilk başkenti olan bu şehri ben çok sevdim hacım (Hangi şehri sevmedin ki yaaa. Anca batı özentisisin. Prag güzel, Erlangen güzel, Paris güzel, Regensburg güzel, Rotterdam güzel, Köln güzel. Bir Birecik kötüğğğ) [E hepsi güzel :D] Şehir çok sessiz sakin, katedrali var, nehri var, botları var, yeşilliği var, kocaman bir üniversitesi var. Oh mis gibi şehir işte. Şehrin merkezindeki 1146 yılında yapılmış olan Steinerne Brücke (Daş Köprü) hala dimdik ayakta ve turistlerin akınına uğramış halde. Hatta bu köprü ile ilgili bir efsane varmış. Efsaneye göre köprünün ortasının kambur olması, köprüyü zamanında yıkmaya çalışan ve ortasından yukarı doğru bastıran şeytanın işiymiş. (Dış güçler) Keza nehirdeki bir çok girdap da [yav minik minik girdaplar ha. Girdapcık] yine şeytanın marifetiymiş. Efsane işte. Hatta yine rehberimizin anlattığına göre şehir merkezinde tren istasyonuna yakın bir yerde [oraya da gittik] bulunan taşlar Roma döneminden kalmaymış ve inan kimse dokunmamış. [Aynı şekilde Birecik’te Birecik kalesinin devlet tarafından İttihat ve Terakki emri ile Osmanlı zamanında ihaleye çıkılarak yıktırılması da ayrı bir konu... Kıyaslayın işte] Keza şehirde Colloseum adında 2. Dünya Savaşında esirlerin toplandığı bir bina da varmış. 

Aile doyar bununla aile.. YUH
Şehrin eski çarşısı restorasyon sonrasında zeminine taşlar döşenmiş ve lamba olarak da sigara şeklinde lambalar yerleştirilmiş. Halk bu restore edilmiş haline çok karşı çıkmış. Baya eleştirmişler. Şehir 12 ve 17. Yüzyılda yıkılıp yeniden yapılmış. [Neden nasıl ne zaman falan inanın ben de anlamadım. O sırada rehberimiz bunları anlatırken sıkılıp çevre binaların fotoğraflarını çektim. İyi ki de çekmişim çünkü fotoğraf çekilmek için bile zaman bulamadım gezinin yoğun temposu nedeniyle.] 3 katlı belediye binasının 3 katı da, 3 ayrı dönemde inşa edilmiş. [Dönemlerin isimlerini hatırlamıyorum ama katlardan biri Barok mimarisi idi onu biliyorum. Fotoğrafını şeyaparım. Ben çekemedim internetten bulurum diye ümit ediyorum] Eski çarşıdan çıkıp, Pazar yerlerini aşıp ilerledikten sonra Dom katedralinin olduğu bölgeye vardık. Katedral muazzam büyüklükte ve bir çok ayrıntı var katedralde. Fakat tabi buna vaktimiz olmadı tek tek incelemelik [yav arkadaş işte turla gezmenin de eksi yönü bunlar işte. Bir türlü rahat rahat gezilmiyor. Sürekli arkadan ordu kovalıyor hissi çok kötü]. Fakat katedral bir Kölner Dom değil :D Katedralin boyu 150 metre ve yaklaşık 50 sene önce kirden pisten isten pislikten simsiyahmış. Fakat yapılan temizleme çalışmaları neticesinde taşlar hemen hemen bembeyaz hale gelmiş. Bu kilisenin yapımı ve restorasyonunda tüm gideri Bavyera eyaleti karşılıyormuş. Katedralin önünde kocaman bir heykel var. I. Ludwig heykeli. Tam adıyla, Ludwig Karl August, 1825 yılından 1848 yılına kadar Alman imparatoru imiş. Fakat anlamadığım şu ki, sanırım bu kral (yalnız bu adama “çok kıral adamsın yeaaa” esprisi yapan arkadaşları var mıdır? Yok mudur? Vardır ya) kral olduktan sonra ilk ziyaret ettiği şehir Regensburg imiş. Onlar da bu nedenle heykelini dikmişler. Eğer doğru anladıysam çok saçma bir heykel dikme sebebi ama neyse. 

En ucuzu hangisiymiş... Hepsi pahalı lan
Katedrali koşarcasına gezdikten sonra, yaklaşık iki saat serbest zaman verildi [Katedralden ayrılma noktasına giderken yoldan bir eski binaya da girdik, kaç yüz yıllık binaymış ama tabi tarihi anlamadım ve şu an yurt olarak kullanılıyormuş. Panoramik fotoğrafını çektim ama paylaşmayayım, bi ton foto var zaten] ve gidin ne yiyorsanız nereyi geziyorsanız gezin dendi. Ben de gelmeden önce az biraz buraları araştırmış olmanın sonucu olarak Fei’ye dedim, bak burada bir restoran duydum ve puanı da çok yüksek. Yürü buraya gidelim. Aslında herkesin yaptığı gibi 850 yıllık Wurstkuchl restoranında lavantalı ekmek arası sosisli sandiviç [bu nasıl yazılıyordu bi dakka ya. Sandviç de olabilir, neyse siz konuyu anladınız] yiyerek öğle arasını geçirebilirdi [ben geçiremezdim, neden? Domuz eti şeyapmıyorum ondan] fakat orada sıra çok olması nedeniyle yürü gidelim dedik ve 5 dakika mesafedeki restorana doğru yol almaya başladık. Fakat o da ne, bizimle beraber Çinli çift de geliyor. Hadi onlar neyse de, kısa pantolonlu çok konuşan arkadaş da geldi peşlerinden. Kocaman bir pişmanlık dalgası vücudumu sararak restorana girdik. Restoran tıklım tıklım ve adım atacak yer yok. Garsona yarı Almanca yarı İngilizce meramımızı anlattıktan sonra “lütfen iki dakika barda oturup beklerseniz, masanızı temizleyip sizi şu masaya alabilirim.” dedi. Peki bekleyelim dedik  ve komple beşimiz barda beklemeye başladık. İşte o an sahneye Mr. Kısa Pantolon çıktı. [dur abi şuna bi isim bulayım ben. Her cümlede uzun uzun yazmayayım muhteremi... Çorapören diyelim :D Devam] Baktım elinde 5 tane menü ile bize ne yiyeceğimizi soruyor. Hayır biliyorum ki garson getirir bizim o menü ile o an uğraşmamız çok abes ve menüyü geri verdim fakat sağ olsun hepsi menüye odaklandılar ve hatta o menülerin tamamını masaya da getirdiler. Garson yerimizi gösterdi, masamızı hazırladı ve ellerinde 4, masada 5, toplam 9 menü ile masaya oturduk. Garsona siparişimizi vermek için yaklaşık 10 dakika bekledikten sonra siparişleri verdik. Ama duuuur, Çorapören beyefendi daha seçemedim dedi. [arkadaş neyini seçemiyorsun ya. Pizza la pizza] (onu boşver de, sen ne seçtin söyle bi... Peynirli mi? Eferim güzel, iyi seçim) Garson ile birkaç dakika daha bekledikten sonra [hayır işin kötüsü vaktimiz kısıtlı, grubu yakalayıp tenke turu için tekneye geçmemiz lazım] pizza siparişini verdi. Ne içiyorsunuz diye sorunca garson herkes aklına gelen bir şeyi menüye bakmadan söyledi. Ama beyimiz yine Çorapörenliğini yapıp 3 dakika menüye bakıp Ice-Tea sipariş etti... [Küfretmeyeceğim tamam...] [Hayır hangi pizzadan seçti onu da söyleyeyim... Nutellalı pizza. Ekmek üzerine nutella istedi :D Abi git evinde ekmeğe sür ve ye nutellanı, nedir yani. Waffle tipinde pizza yedi o sıcakta. Gelmişsin İtalyan Restoranına, git peynirli salamlı sucuklu falan bir şey sipariş et de mi?] (sana ne arkadaşım? İster nutella yer ister jelibonlu pizza. Renkler ve zevkler şeyapılmaz. Sen peynirli yiyorsun diye o da mı yiyecek? Eyyyyy Müslüm, sen kimsin ya?)
 
Siparişlerden sonra masaya servisler açılmaya başladı. Herkese normal çatal bıçak falan. Bana ekstra çok büyük bir kağıt da açtılar tabana. Haydaaaa dedim kesin bi halt var. Neyse bekleyişe geçtik ve hemen siparişler gelmeye başladı. İlk başta Nutellalı Pizza geldi. İçecekler dahi gelmeden Çorapören bitirdi yarısını pizzasının. O esnada Fei’nin mantarlı ıspanaklı pizzası da geldi fakat o bekledi tabi diğer siparişleri. İçecekler de geldi, o da tamam. Çinli çift yarımşar pizza istediler onlar da geldi. Fakat o da ne. Bildiğin merasimle bir pizza geliyor. Sağdaki soldaki masaların gözü o pizzada, karşı masadaki Alman velet ohaaaa ne la bu bakışı atıyor [nazarı değecek ya]. Tabi ben de hayretteyim çünkü uzaklardan bir pizza geliyor ama kocaman. Bak bilen bilir, açken 1 pizzayı rahat yerim (hehehe böyle böyle kilo alıyorsun işte) ama bak bu pizzayı deli gibi aç olmama rağmen yarısını anca yedim, çeyreğini Çinli çift ile Fei yedi. Kalan çeyreğini.... Hayır Çorapören değil hayır. Ben yedim de baya baya kendimi zorladım hani. O derece büyük bir pizza geldi masaya kondu ve o an anladım neden alta o kağıdı serdiklerini. Kocaman tabağa sığmıyor arkadaş pizza. Sağa sola taşıyor. Neyse efendim aldım elime çatalı bıçağı, binbir zorlukla kese kese, dilimleye dilimleye yedim pizzayı. (elinle yedin demi? Çatalla bölüp eliyle yemiş işte. Yuuuh ortadoğulu. Azıcık uyum sağla uyum. Ye çatalla mis gibi. Ah ah) [görüyorsunuz okurum. Nasıl tezatlı itirazlar geliyor.] [Şizofreni ile mücadele derneği]. Pizzamı yiyip, elimi falan yıkayıp hesabı ödemeye geldikten sonra %5 bahşişimle birlikte o kocaman pizzaya ve kolaya (zora... hehehe) 13€ ödedim. (ohaaaaaa. 78 lira bir pizzaya mı verdin? Sen nasıl bir Fincan’sın ya. Püüüü. Ne? 78 mi? Evet euro 6 lira oldu. Fark etmez. Ben hep 50 liralık benzin alıy.......) Çorapören’in “ehehehe ben değ bahşişğ veriyoruğm” diyerek garsona bahşiş vermesinin ardından baktık dondurma yemeye vaktimiz ve midemizde yerimiz yok, koşarcasına buluşma noktasına gittik ve Walhalla’ya gidiş macerası başladı :)

"Bi dakka yaa. Burada mı kesiyorsun? Ohooo olmadı ki" deme ve seni de daha fazla sıkmadan yazıyı bitirelim okurum. Haftaya, olmadı diğer haftaya pazartesi yazı burada söz bak. Valla söz. Hadi tschüss.  (Not, Hintli arkadaşın İngilizcesi aşağıdaki videodaki gibidir)



Devamı: Walhalla'da kaç merdiven var? Fei kaç yaşında çıktı? Fei aslında yaşıyor mu? Albert ile Walhalla'da neler yaşadım? Albert kim? Einstein? Yağmur nasıl yenir, orucu bozar mı? Dönüşte neler oldu? Kae ne arıyordu tren istasyonunda? Walhalla'da limonlu sodaya nasıl 4€ verdim? Paula, ismini unuttuğum arkadaşı ve benle peynirli erişte (Käsespätzle) macerası ve siyasi analizlerimiz neydi? Sahi bi de Nick'in babası işe kaçta gidiyordu? Bu niye önemliydi?

To be Continued.  

Walhalla yolu, to be continued.

Yorumlar