Dr. Firarda: Bellanda Maceraları ve Karsu esintili Mannheim Seferi #2
![]() |
Ot kafası. |
Gezi baaaaağlaaarındaaaa dolaaaaanıyooooruuuum. Hehehe. Komik bir giriş
yapayım dedim okurum naber? Gülmedin mi… Mis gibi girişti be. Gesi kelimesini
gezi yaptım hani… Neyse… Bi de şey var: Amsterdam’aaaa varaaaamadım, ot
kooookusuuu alaamadım. Ben Redlaytaaaa doyaaaamadım, yaraaalıyım yaraaaaalıyım.
İlahi versiyonlu komikli girişti bu da. Oho bu da mı kötüydü. Niye oldu ki
böyle. Bence modun düşük itiraf et, yoksa espriler müko. Hala gülmüyor :(((((
Ekonominin etkisi bloga da mı yansıdı lan? Lan? Tamam tamam hadi başlayalım :D
Konumuz Amsterdam ve devamındaki gezisel aktivite. Los gehts! [Şey de vardı
yaaa: Yerine gezemeeeeem, yerine gezemeeeem. Gaaazlıyım, gezereeek tükensin
yıllarım ama... Kapama tamam blogu, gel gel.
Haydaaaa]
Şimdi efendim en son Rotterdam’dan çıkıyorduk. Filiksbas otobüsü geldi ve
iki katlı olduğuna da baya baya sevinmiştim harbiden. Üst kata en öne gider
yolu izlerim hayalini kurarken bir baktım üst kat boşa yakın. En
öndeki iki koltuk kapılınca (yakışmadı) mecburen 3. Sıradaki
koltuğa kadar ilerlemek zorunda kaldım. Filikisbus’un alameti farikası şu,
ekstra para ödersen koltuk numaran var, yoksa bulduğun yere otur, ekstra para
vermiş olan göreceli zengin biri gelirse de kalkıp başka koltuğa otur. Durum
bu. Heh noldu? Amsterdam’a varana kadar [varan 1 hehehe] üç kere
yerimden kalkıp otobüste yer aramak zorunda kaldım. Hayattaki şansımı daha fazla tartışmayalım lütfen :((. Amaaaaa yanımda
Brüksel hatırası, göz bebeim, biricik hediyem vardı kendime aldığım: Ketçaplı
Pringles. Noldu ya? Niye alamaz mıyım? Canım çekti napim. Almanya’da da
bulamıyordum. (vizyonsuzsun be) Yol boyu da yolu izledim, telefonda
müzik dinledim, yolu izledim, müzik dinledim, yolu dinl… Evet.
![]() |
Oltu peyniri var da, otlu lolipopu niye olmasın? |
Amsterdam’a varır varmaz kesif ot kokusu tüm zihnimi aldı. Şehir resmen
duman altı. [Duman konseri varsa demek hehe] Hatta şey oldu. Otobüs bizi
bayaaaa şehrin dışında bir büyük tren istasyonunda bıraktı. [Not: Büşra’nın
telefonunu çaldırdığı nokta, Sloterdijk deniyor bölgeye, azami dikkat plis.
Datenschutz kaynaklı sebeplerle olayın ayrıntısı top-secret :D] Biz de sora
sora, yürüye yürüye, zar zor tramvayı bulduk. Yav labirent yapsanız daha kolay
buluruz o derece. Hani deney faresi olarak kullanıyorsanız söyleyin ona göre
biz de bilelim. [Kesin kameralardan izleyerek gülen görevliler vardır he. “Şu
salağa bak ahahahaha hala bulamadı müdürüm bilet makinasını. Bence Ortadoğulu
müdürüm heheh. Bak hala arıyorlar puhahahah. Müdürüm iki çay söylüyorum?”]
3€ civarı bir tutarı bir bilete vermenin morel bozukluğuyla (morel ne lan.
Futbolcu adı mı?) hostelin olduğu bölgeye ulaştık, (zuhahahah hostelde
kalıyor fakiiiiir) evvelinde de yoldan markete uğrayıp birkaç zımbırtı
aldık yemelik. (ot) Hostele girdik ve odada bir Uzakdoğulu birey. Selam
verdik, selam aldık, odaya yerleştik, feci yorgun olmam münasebetiyle, uyudum
erkenden. (TAVUKSUN LAN. Saat
9’da uyuduğunu da söylesene)
Sabah 7'de kalkıp uzanarak Pokemon izleyen Müslüm heykeli. |
Şimdi dönüş yolunda şöyle bir şey oldu. Amsterdam’dan normalde Saarbr*cken’e
şaşırtıcı bir biçimde Filiksbus var. Ancak ben illaaaa trenle dönelim yea
dedim. [canım tren çekmiş olamaz mı] Fakat atladığım minicik detay, DB
ve skandal gecikmeleri. Ya arkadaş bu Alman demiryolları bu kadar felaket değildi.
Ne olduysa pandemi sonrası oldu. Hep geciken trenler, kafasına göre iptal olan
seferler ve saçmalıklar ile insanı isyan ettiriyorlar hani. Bindik trenimize ve
usul usul dönüyoruz. Almanya’da Koblenz diye bir şehre vardık ve son trene binmek
için tren istasyonunda bekliyoruz. Hop son an değişen bir ekran bildirimi
geliyor telefona, tren iptal :D alternatif rota da Frankfurt üzerinden dönüş.
Şöyle özetleyeyim, İstanbul’dan Ankara’ya Kütahya üzerinden aktarma yaparak
gittik resmen. He ne oldu? O rotada efsane ötesi bir manzara keşfettim, onun
dışında da bolca sövdüm. Amsterdam da böyle bitti. (Yaaa ot içmenden
bahsetsene, anlatmadıklarını anlat, kumarda kaybettiğin 1605 €’dan bahset. Ohoooo)
[YOO DOSTUM YOO]
Şimdi esas mesele Mannheim gezisi. Hatta daha spesifik haliyle, Karsu konseri amacıyla Mannheim merkeze de bir uğramış olma süreci :D Yoksa Mannheim’ın o kadar da albenisi yok. (metrosu mu var, yoksa çokonat mı??? Gülünür be) Şehir resmen cetvelle çizilmiş ve merkezde sokak isimleri excel dosyası gibi. A3-B6-C4 sokak falan. (C4 sokak mı? Of be tam o sokakta “Bombalabastik” diye bir kafe açmak lazım. Müthiş yatırım fikri) Ama Mannheim’ın öncesi de var. Biricik fıçıcık Frankofon, Paris’in gülü, genç kızların sevgilisi, Kayseri’nin gözbebei Nasip geldi taa Paris’ten bana trenle. Gece onu tren istasyonundan aldım, bir Meksika restoranında yemek yedik, Nasip güzel bir garsonun arkasından bakıp “6,5” dedi. Kadınların puanlanmasının ne kadar yanlış olduğunu tam anlatacakken, garsonların hepsi Türk çıktı. Nasip’i dövdüler ve eve yollandık. [Şaka lan, 6,5 vermedi 7 verdi]
Sabahında da bu b*ktan şehrin gezilebilecek yegâne yeri olan ve niyeyse çok övülen Fransız-Alman Bahçesi denilen yere gittik, ki ben de ilk kez gidiyorum. Abi bu kadar abartılmış bir balon olamaz. Sadece büyük bir park yapmışlar, ağaçlar, ördekler, kazlar falan. Ortada da saçma sapan ve pis bi göl. Bu. Koca şehrin övdüğü şey bu. Orada fotoğraf çekilip, Nasip’i kovalayan kazları yakalayıp, (Fransa’dan kalkaaaan kazlaaaar, al topuuuuklu beyaaaz kııııızlaaar) pişirip, yiyip bir adamdan ikimizin fotoğrafını çekmesi için rica ettik. Adamın elinde de profesyonel fotoğraf makinası var diye rahatım, güzel çeker diye. Adama göstermemize rağmen saçma bir kadrajda çekti, benle Nasip’e ise sahte bir gülücükle teşekkür edip yine selfie çekilmek kaldı. [Bu kadraja kötü derken, Mannheim’daki olay daha fenaydı. Anlatacağım dur hele] Ama adam Fransız çıkmasın mı? [ÇIKMASIN YAAA…] Nasiple oturdular dakikalarca sohbet ettiler, adam oyuncak Porsche koleksiyonundan falan bahsetti. Döndük evde F1 izledik, çıkıp Furkan’la buluşup hayatımdaki en kötü dondurmalardan birini yedik, herkesin ot çektiği bol sivrisinekli nehir kenarına gittik, öf bitseydi bu gece diyerek de eve döndük.
Mannheim treni öğlene doğruydu ve biz de tren istasyonuna doğru gittik
yürüyerek. Nasip’te dört heyecan bir aradaydı: Saarbr*cken’de beni ziyaret
etmek (aaaynen, kesin), Saarbr*cken’den ayrılmak (:D), Karsu
konserine gitmek ve Mannheim’ı görmek. Benim ise iki heyecanım vardı: Karsu
konserine gitmek ve Mannheim’da beyran içmek. Evet. Günler öncesinden araştırmış
ve Mannheim’da bir yerde beyran bulmuştum. Oraya yaklaştıkça artan heyecanım,
mekana girince doruklara çıktı. Çünkü tam bir ideal salaş beyrancı dükkanıydı:
Normalin bi tık altı kalitede beyran, sıcak ve küçük restoranın içi, Türkçe bir radyodan gelen popüler müzikler, çok temiz
olmayan masalar, dilimlenmeden küt diye önümüze konulan ekmekler, sinek öldüren
mavi ışık, ortamı zar zor soğutan bir fan, olmayan pos cihazı, 50 litrelik
kazandan plastik bardakta alınan iğrenç çay, pembe renkte kâğıda sarılı çatal-bıçak
ve telefonda konuşurken bizim hesabın ne kadar olduğunu, hesap makinasından
yazarak gösterip, konuşmasına devam eden tükan sahibi. Tam da hayallerimdeki
gibi. Oradan çıktık bir Türk restoranında soluklanıp telefonu şarj edelim dedik.
Adamlar Antepli imiş, birçok Antep motifi falan var güzel de… Ya müşteriye
resmen kalk git diye yemek getirilmez de mi? Heh işte bir Antep motifi olarak bu
da vardı. Yemeğimizi yedik, künefemizi şeyaptık, ayranımızı içtik ve Karsu
konseri için o tarafa yürümeye başladık. Yolda güzel bir manzarada, arkada Mannheim'ın en meşhur kulesinin önünde bir adamdan KADRAJI DA GÖSTEREREK rica ettik. Adam naptı biliyor musunuz? Kulenin 3'te birini falan alarak bizi çekti gitti. Evet. Onun arkasından gelen gruptan rica ederken "nolur böyle çekmeyin" dedik ve topluca güldük. Onlar da çekti, o da kötüydü :D (O yüzden belin doğrulmuyor olabilir... Adam iyilik yapmış, siz aaaauv)
Hedefimiz şu: konserde ilk giren en önde izler prensibi gereği erkenden
kapının önüne gittik, tam o esnada içeride prova yapan Karsu’nun sesini duyduk.
Çevrede de kimse yokken orada menajerinden (inanalım mı lan) rica ettik,
adam resmen s*klemez tavırla “eee nabam?” ayağı çekti. Baktık konsere biraz
daha var, bi kafeye gidip kahve içtik döndük ve ikinci sırada ayakta beklemeye
başladık. İçeriye giriş izni gelince noldu? Sağdan soldan millet kaynak yaptı,
benim çantamı görevli kontrol ederken ve ben çantayı vestiyere verirken önümüze
herhalde 30 kişi falan geçti. Ama nasıl olduysa, sahnenin önüne gittik, tam da
olabilecek en iyi yerde, en önde, mükemmel bir konumda, muhteşem ötesi bir
konsere şahitlik ettik. Konser esnasında Karsu’cuğum beni çok sevdi ve ciddili
kaç kez benle birlikte söyledi. (yaaa hee he. Palavra hep he) [valla
lan, plağım çıkıyordu az kalsın] Konser bitti, hafif yağmur altında, biz
bitkin, gözler mahmur ve kulaklığımızda Karsu şarkıları ve konserde çektiğimiz
videolarla eve döndük trenle. [Hak geçmesin be Karsu… IBAN ver de 30 € daha
yollayayım, o derece süperdi konser.] (Karsu kesin okur bunu)
E sonra? Şimdi malum biraz bende ortalık karışık. Daha gezesim var, çok pis hem de. Hedefte olan ülkeleri söyleyerek nazardan ölmek istemiyorum :D O nedenle şimdilik burada bi keseyim, ama Dr. Firarda kapsamında gezilerim oldukça yine buradayım, valla lan… Aaa inanmadı... Hadi kal sağlıcakla :D
Yorumlar
Yorum Gönder