Paris denince akla gelen ilk iki imgenin, yani “aşk”ın ve “ışıklar”ın Paris’teki öğrenci hayatı ile pek bir ilgisi olmadığını ifade etmekle başlamalı. Bu imgelere yer vermekle yazıyı okunur kılmak için kaçak dövüştüm denebilir. Çünkü Paris, çok şanslı değilseniz, merkezi denebilecek herhangi bir yerde kutu gibi bir oda veya şehrin dışında aynı fiyata nispeten daha rahat edilebilecek bir ev sunuyor öğrenimcilere. Belki de şanslıysanız demeliydim, emin olamadım. Evet evet, aslında Paris size başınızı sokacak bir yer sunmuşsa (zaten sadece başınız sığabilir emin olun) kesinlikle şanslısınızdır. Zira 10-12 metrekarelik evlerin varlığından, lavaboları yalnızca zemin katta yer alan 6 ve üzeri katlı bazı yapıların asansörsüz bir şekilde kullanımına devam edildiğinden, ev tutabilmek için aylık kiranın düzenli olarak çekilebileceği bir banka hesabının olması ve bankada hesap açabilmek için ise sabit bir ikamet adresinin olması gerektiği paradoksundan, bu şehirde yaşayana kadar haberdar değildim. İşte, ortalama yirmi gün kadar sürecek olan bu ev arama süreci sona erdiğinde Eyfel, Şanzelize ve Notre Dame’ı da ziyaret ettikten sonra ilk uçakla gerisingeriye Türkiye’ye kaçmamış ve hala hayatta iseniz, bir emlakçı kadar fiyat/muhit analizi yapabilme becerisi ve aşk için elverişsiz karanlık bir odada kendinizi bulduğunuz o an düşünmeye başlarsınız: What now?
Geliş amacınızla
ilişkili olarak elbette yapacağınız ilk iş; “o” harfindeki sesi genzinizde
tıkayarak “n”yi telaffuz etmemek için gizlemeye çabalarken, aynı zamanda hemen
akabinde onu takip eden “r” sesini gırtlaktan getirmeye gayret etmek ve bu
esnada son hecede sesli harf yer alıyor olması dolayısıyla en sondaki “u” sesini
uzatmakla cebelleşmek, kısacası “bonjour” demeyi, daha açık bir ifadeyle
Fransızcayı öğrenmek olacaktır. Dünya üzerindeki öğrenci şehirleri sıralamasının
genellikle ilk 10’unun mansiyon ve üzeri ödül alabilecek bir basamağında yer
almakta olan Paris’in, Fransızca öğrenmek için ideal şehirler sıralaması
yapılıyor mu bilmesem de, yapıldığı ihtimalde sıralamanın dibini tersten
zorlayacağına eminim. Dünya kupasındaki Fransa kadrosu bu argümanımın en güncel
ve somut örneği esasen. Göğsünü gere gere “ana dilim Fransızca” diyebilecek
birine rastlama eylemine kurban adatır Paris şehri, o derece vahim bir durum.
Zira Fransızca öğrenmek için gireceğiniz çevre başlıca; ağzını hiç açma
zahmetine girmeden küçücük bir pencereden kuş diliyle konuşan Çinliler, ağzını
esef miktarda açtıktan sonra bütün sesleri aynı ağız açıklığında söyleyebilme
becerisine sahip Japonlar, kendini hiç kasmadan İspanyolca konuşuyormuşçasına
“ö”leri “e”, “ğ” leri “ır” şeklinde söyleyen Latin Amerika ülkelerinden
yarışmaya katılanlar, konuşmaya başladığı anda “Aaaa ben de Türk’üm” tepkisi
verebileceğiniz kadar kendini belli edecek aksana sahip Türkler ve
karakteristik özellikleri bu denli öne çıkmasa da diğer her milliyetten
insanlardan ibaret olacak emin olun ki. Böyle bir ortamda dil öğrenebilme
becerisinin köküne kibrit suyu! Bu nedenle yapılacak en güzel iş devam edilen
dil kursunun haricindeki vakitlerde sınıf arkadaşlarından olabildiğince
uzaklaşmanın yanında, Fransız çevrelere de o denli yanaşabilmek olacaktır. Ben,
95 yılın getirdiği konuşma ihtiyacını hayatının her anında giderme arayışında
olan Fransız bir ev arkadaşının yanında kalmakla bu handikapı ortadan
kaldırdığımı düşünüyorum. Dolayısıyla “Falanca bilmem kaç yıldır Paris’te, hala
Fransızca öğrenememiş!” çevre baskısını aşmanın en güzel yolu böyle bir
alternatife yönelmek olacaktır.
Kalacak yerini
bulup, “derdini anlatabilecek kadar” Fransızcaya sahip olunduktan sonra hayat
şartlarının sizi ittiği bir sonraki nokta, iş arayışı olacaktır. Zira dünya
üzerindeki birçok sıralamada ya tepede ya dipte yer alan Paris’in zirveye
bayrak diktiği alanlarından birisi açıkça “hayat pahalılığı”dır. Euro cinsi
para biriminde bursu veya kazancı olmayan ve Türkiye’den gelen para ile
yaşamını idame ettiren birisi “bir şişe suya 15 lira verdim!” düşünce
sistematiğinden çıkamayacak ve dolayısıyla akıl sağlığını muhafaza etme süresi
fazla uzun olmayacaktır. Bu soruna sunulan Paris merkezli alternatif çözüm
yöntemleri ise bir hayli fazla. Çocukların sabah okula bırakılıp akşam okuldan
alınmasını sağlamak, bebek bakıcılığı yapmak, yaşlı insanların hastaneye
ulaşımlarını sağlamak, broşür dağıtmak, otellerde müşterilere servis yapmak,
restoran veya kafelerde garsonluk yapmak, öğrenci mesleklerinin başlıcaları
arasında sayılabilir. Tüm bu işler Paris’te yaşayan öğrencilere düzenli
kazanılabilecek maaşın yanında sağlanan konaklama imkanları ve bahşiş lütfuyla
birlikte kısa sürede iyi bir birikim sunuyor. Kaldı ki öğrencilik hayatında
yolu buralardan geçmemiş büyük adama rastlamak da istisnai bir durum. Dolayısıyla
kesinlikle katıldığım bir düşünce olarak, öğrencilerin belirli işlerde
çalışmakla maddi kazanç elde etmelerinin yanında kendi kişilik gelişimleri ve
karakter kazanımlarına da destek olunduğu inancı hakim.
Evet, tüm bu
hengamenin yaklaşık 5 ay kadar bir sürenizi alması beklenir. “Paris’te
okuyorum” diyebilme güzelliğine erişebilmek için ise, bunca zahmete katlanmaya
değer diye düşünüyorum. Neden mi? Çünkü ancak tüm bu süreçleri atlattıktan
sonra Paris aşkın ve ışıkların şehri hüviyetinde size görünecektir. Paris’in
ışıklarının altında, Edith Piaf’tan sarı sıcak nostaljik şarkıları dinlemekle
Paris sokaklarında birlikte yürüdüğünüz ilk kişiye aşık olmanız kuvvetle
muhtemeldir mesela! Bu yönüyle büyülü bir şehir Paris. Hayatın sokak aralarında
ve nehir kenarında yaşandığı bir şehir. “Evim, güzel evim!” söylemini kimseden
duyamayacağınız, insanların dışarıdaki hayatı keyifle yaşadıkları bir coğrafya.
Jilet gibi takım elbiseli iş insanlarının bisikletle, scooterla Paris
sokaklarını arşınlayarak çalışmaya gittikleri, iş çıkışında yine aynı kostüm ve
profilde günün yorgunluğunu atmak için bir şeyler içmeye dışarıda kaldıkları
bir şehir. Hayatın neredeyse başka hiçbir şehirde akmadığı kadar hızlı aktığı,
herkesin sürekli bir şeylere yetişme telaşında olduğu, sokaktaki insan
deviniminin bir gün gördüğünüz insanı ertesi gün görme ihtimali bırakmayacak
şekilde hızlı gerçekleştiği bir yer. Yaşadığın şehre turist olabilme güzelliği
ve keyfini iliklerine kadar hissettirebilecek bir rüya. Çektiğin her fotoğrafın
kartpostal, karaladığın her satırın şiire dönüştüğü bir atmosfer!
Tüm bunların
yanında 1200 kuruluş tarihli Sorbonne Okulları’nın bilgi birikimini kurulduğu
tarihten günümüze kadar taşımayı başarabilmiş muazzam bir ilim hazinesi. Comte’un,
Sartre’ın, Hugo’nun adımladığı sokaklarda adımlamanın, kahvelerini
yudumladıkları evlerde kahve içmenin, kitaplarını yazdıkları masalarda kitap
okuyup yazıp çizebilmenin verdiği heyecanla yenilerinin yetişmesinin önünü
açan, en büyük yaşayan okullardan birisi Paris şehri. Türk öğrenciler olarak
1800’lerin ikinci çeyreğine dayanan Paris maceramızın iki asırlık zincirine
halka olarak eklenebilmek ise inanılmaz bir keyif! Rönesans döneminden kalma
tablo ve işlemelerle kaplı olması hasebiyle müzeyi andıran amfilerde ders görüp,
ihtilalin düşünce tohumlarının atıldığı koridorları adımlamak, uluslararası
doktrinin yükünü çeken hocalardan ders dinleyip, dünyanın en seçkin
öğrencileriyle birlikte öğrenirken karşılıklı yükselmek, öğrenciliğe dair
hayatta tadılabilecek en güzel hislerden emin olun.
Bu hayal ile
bütün bir gerçeklik arasındaki incecik çizgi ise, Paris’teki başlangıçta
bahsettiğim aşksız ışıksız hayata iki elin parmağını geçmeyecek ay süresince
sabretmek. Sonrasında bütün kapıların hiçbir gıcırtı yapmadan ve ikircik
yaratmadan ardına kadar açılacağından emin olabilirsiniz. Sorbonne
Üniversitesi’nin o meşhur “Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik” yazan mavi kocaman kapısı
dahil!
Paris’ten kucak
dolusu bagetler efendim!
Nasip Dağlı
13.08.2018
Tükan sahabısı, editoryal işlemler müdürlüğü notu: Evveliyatında çeşitli yarışmalarda kesişen yollarımız, Avrupa'nın göbeğinde de teğet geçince tesadüftür diyemiyorum artık. Sorbonne Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin çiçeği burnunda (burnunda çiçek?) üyesi (membre), geleceğin klas hukuçusu Nasip -Max- hocamın robdöşambır ile elinde pipo, manzarada Eiffel olarak elit elit (efil efil) yazdığı bu yazıda oturdum düşündüm, "ben niye bu kadar düz bir insanım peki?" diye... Keza yazıyı okuduktan sonra (yayınlanmadan bir kaç gün
önce tabi) Flixbus Paris otobüs biletleri araması yapmam, pahalı gelince gidip
Paris'e iki kez gitmemdeki fotoğraflarıma arkada Amelie müziği eşliğinde bakmam da tamamen bu yazının etkisidir. Yasal uyarı: Euro olmuş, 6.15; bu yazı bir çok
yoksul insana neden olabilir, bu Paris arzusu ancak gezmeyle giderilir
vesselam...
Editoryal düzenleme: Bu notu ilk yazdığımda Euro 6,15 idi, şimdi 8 olmuş. Yayın sabahı bakalım ne olur :D