Bergkirchweih Nedir, Nasıl Kutlanır? Açık Hava Eğlencesi Haftası #12

Açık hava sineması, yağmurlusundan

Harika bir yazımsı bahar gününden, mutluluk, huzur, sevgi, afiyet, başarı ve en önemlisi sağlık içermesini dilediğim bir günden merhabalar okurum (aha hava bulutlanmaya başladı... Tamam sustum ya). Naber, ne var ne yok? Ramazan dimi.. Aynen ya. Zorluyor beni de az biraz ama alıştım ya. 17 buçuk saatlik günlük oruç içeren 1 aylık maratonun çoğu gitti azı kaldı bak. Nasıl? Evet 17 buçuk dedim. Cidden yav, inanmıyorsan aç bak. Neyse geçen hafta bolca kulağım çınladı. Ben de dedim niye acaba. Sonra fark ettim ki bloga yazıyı yazmamışım. (Tabi ben 3-5 gün geciktiriyorum. 3,5 aydır bloga yazıyı yazmayan, tamam hacım yazı hazır diyen fakat aslında Oregon’da gününü gün edip her gün bir kuzu kullanarak bir kızı kandıran (ABD’li, Ekvadorlu, Çinli, Şilili fark etmiyor) Muhsin Gül adlı beyefendiye selam olsun) Sözü fazla da uzatmayıp, kulağımı daha fazla çınlatmadan yazıya başlayalım efendim. Almanca ne diyorduk başlarken? Evet “am Anfang” deniyor. Yok yav başlangıç anlamında bu. Hatırla bi ya... Ohooo. Dur tekrar şeyapayım. Los geht’s!

Nasıl anlatayım bilmiyorum hatta anlatayım mı onu da bilmiyorum fakat buradan bir Bergkirckweih geçti ki... Piyuvvv. Sessiz sakin güzelim şehrim curcuna içinde bir 10 gün falan geçirdi. Mesela saçma bir gelenek olarak (Valla saçma) festival süresince (Bu festivalin adı aslında Bira festivali. Bir tepelik alanda [dağ diyorlar ama değil :D] eğlenmelik hoplamalık zıplamalık süreçler işte) şehirdeki bazı gençler (bi dakka ya ben bunu anlattım mı önceki yazılarda? Neyse...) bazı bisiklet yollarına cam şişe kırıp bırakırmış, bu nedenle bir çok bisiklet tekeri patlamışlığı varmış. (Valla anlattım galiba ya... Cidden şizofreniden mustarip olduğumu düşünüyorum) Sağ olsun Max uyardı, dedi bak bu festival günlerinde bisiklet falan kullanma diye. Zaten Ramazan olduğu için bisiklet kullanmayacağımı düşünerek rahattım ama yine de bu tavsiyeyi aklımın bir kenarına not ettim. Festival süresinde bir gün Nürnberg’e giderken evimin önünden geçen otobüs tıklım tıklım, adeta bir metrobüs edasıyla, hiç durmadan bizi almadan geçti. E trene de yetişmem lazım. Kafam attı aldım bisikleti garajdan ve çıktım yola. Yolda da tabi Max’ın bu tavsiyesini sürekli aklımda tutarak temkinli bir biçimde ilerliyorum yola baka baka. Tam ilk yazılarda bahsettiğim okulun yanındaki parka girerken bir baktım ileride bir ton cam kırığı, yanında da 13-15 yaşlarında birkaç genç. Bisikleti durdurdum, cam kırıklarının olmadığı yerden usul usul, bisiklet elimde ilerledim (O esnada çocuklar da “uttenreuthlu cocuklar yaptı ehöhöhöhö” diye saçma bir espri yaptılar bana). Bisikletimi kurtarmış olmanın mutluluğuyla ilerlerken bir baktım karşıdan 5-6 kişilik bisiklet kafilesi geliyor. Ailecek muhtemelen piknikten dönüyorlar. Hemen seslendim ileride cam var diye (İngilizce tabi.. Almancasında tereddüt ettim. Sonra eve gidince baktım, aklıma gelen doğruymuş.) ve onların da tekerlerini kurtarmış oldum. Neticede iyilik kazandı. :D (Bu yaptığım eylemle ne kadar sevap point kazandım ben de merak ediyorum. Diğer tarafta bilhassa bu olayı soracağım) (çarpıldı)

Kürsü ile tam bir günah gecesi yaşadık abi :D

Fakat benim asıl anlatacağım konu bu değil festival ile alakalı tabi. Yaşadıklarımın bir kısmını  anlatayım efendim. Şimdi festivalin son gününde fakültede kürsü olarak festivale gittik. Saat henüz 7 falan. İftara 2 saatten fazla var. Fakat etraf şenlikli curcunalı tabi. Dirndl’lar giyilmiş, Lederhosen’li erkekler biralarıyla şarkılarla süper bir ortam. Festival alanında bir bira bahçesine girdik orada sağ olsun canım kürsüm rezervasyon yapmış iki masa (rezervasyon olmasa, mümkünatı yok yer bulamayız) ve hemen oturduk oraya. Siparişler verildi, sohbetler edildi ve yemekler geldi. Millet acır gözle bana bakıyor :D Siparişi alan kadın 9’a kadar bir şey yemeyeceğimi duyunca ayrıca acıdı bana :D Cık cık cık evladım bakışı attı resmen. Yav yok ben alışkınım sorun yok falan deyip, millet sessiz sessiz yemeğini yerken ben de nabim telefonla oyalandım, çevredeki konseri dinledim. Yemekler yendikten sonra yine uzunca sohbetler edildi. Gurgen’in pis pis esprileri falan inanılmazdı :D Burada anlatmayayım şimdi. Sonra efendim millet bildiği Türkçe kelimeleri bi söylesin falan dedik bizim masada. Ulan arkadaş hepsi mi sadece küfür bilir. Ama ne küfürler havada uçuşuyor. Ben ömrümde ağzıma almam (koca yalan) bunlar rahat rahat onları söylüyor :D (hacım güzel şeyler öğretmemişiz ya. Bak ben ne güzel kolay gelsin kavramını öğrettim. Odaya giren kolay gelsin diyor. Oh mis. Küfür ne ya :D) Tabi bu esnada iftar vakti de yaklaştı. Millette alkol etkisi de görünmeye başladı tabi. İşte bu etkinin bir sonucu olarak sağ olsun Chris paso bana “burada bir gelenektir, pantolonunu çıkarman lazım bu gece” demeye başladı (haydaaaa) (gelenek falan değil ya). Tabi bu teklif bütün gece en az 20-30 defa Chris tarafından tarafıma sunuldu. İtina ile reddettim. (Dur devamı var dur... Piyuvv). İftar vakti geldi, Käsespätzle’mi sipariş ettim (Peynirli mantı diyeyim) yemeğim iftardan 15 dakika falan sonra gelse de o esnada içeceğimi içip (ne içtin deme dur bi oku ya. valla alkol değil) (tabi yine oruç açarken geri sayım yapıldı ve Prooost diyerek [şerefe] ilk yudumu içtim) yemeğimi bekledim, muhabbetimizi ettik. Peynirli mantım gelince ödemeyi yapacağım festival kartını arıyorum. I ıh yok. Lan nerede nerede derken, hoca dur benimkini kullan dedi. O esnada hatırladım ve hemen cüzdandan çıkartıp ödemeyi yaptım. Siparişi getiren kadın Ramazan ayının hiçbir şey “içmemeyi” de kapsadığını duyunca daha da bir acıdı bana. Neyse efendim yemeğimi yedim (millet o esnada hemen dibimizdeki konsere eşlik etmeye başlamıştı. Düşün hepsi masalara çıkıp şarkı söylüyor :D) ve sıra geldi eğlenmeye. 
Chie, Fune ve ben. Sağdaki ben
Paso bilmediğim şarkılara eşlik etmeye çalışıp, bolca selfie ile ve Prost eşliğinde festival bitti (arada anlatmadıklarımı öteki dünyada şeyapalım :D). Festivalden sonra usul usul evime gideceğimi sanıyorum ama ı ıh. Daha devamı varmış :/ Ulan nasıl deli uykum var ama. Gece 12 falan. Alkol almadım tamam ama uyku da alkol etkisi uyandırmaya başladı hafiften tabi bende. Hop kalktık bir bara gittik topluca. Tabi Marlene bisikleti var, alkollü olduğu için taşıyamıyor bile. Hemen tabi elinden alıp yardım ettim bisikleti götürmede. Bara girdik... Neyse devam etmeyelim :D ama pantolon çıkarma teklifi halen devam ediyordu. Tabi çıkarmadım da, neyse dur bitirelim bu faslı :D Bardan 1.30 gibi çıkıp milet hadi diğer bara gidiyoruz deyince, hacım ben gelemeyeceğim deyip izin isteyip ayrıldım (ulan bu ayrılık seansında sağ olsun Nick kazara yüzüme dirseğini bir geçirdi... Dudağım hala yara...) Tabi bi baktım, otobüs falan yok. En yakın otobüs sabaha karşı 4’te. Zar zor bir taksi bulup evime gittim. (takside evet burada da paso taksimetreye baktım :( evet fiyatı merak ediyorsun. 15€ tuttu. 6km. Evet yuh.) Az biraz sahurlanma, pijamalanma falan derken, horul horul uyudum efendim.

İftar vaktini beklerken, temsili

Birkaç gün sonra dil kursundan sıra arkadaşım Chie, çapraz sıramdaki Fune ve ben hadi kalkalım açık hava sinemasına gidelim dedik. Biletler 9€, film Isle of Dogs. Düşün Türkiye’de vizyona girmemiş. İngilizce dublaj ve Almanca altyazılı. Baktık IMDB puanı falan da iyi. Biletlerimizi aldık bir gün önceden. Aksine de film günü hava sağanak yağışlı. Vay anasını modunda iken Chie ile evimin otobüs durağında buluşup (evet o da Uttenreuth’ta kalıyor) Fune’nin evine gittik. Tabi o esnada yağmur sadece çiseliyor. Fune’nin evine giderken okulda odamdan gidip yağmurluğumu aldık, Fune’nin evi dediğim yere vardık. Ev değil tabi. Yurt binası. Ufacık fıçıcık bir yer. (içi dolu turşucuk hehehe). Fune’yi aldıktan sonra sinemaya yol aldık. Tabi bu esnada şükür halen yağmur yok. Hafiften damlıyor arada bir. McDonalds’tan balık hamburgerimi aldım, çantamda da evde hazırladığım sandviç ve suyum ile oruçlu bir biçimde hem sinemayı hem filmi beklemeye koyulduk hep birlikte. İftarı beklerken japon arkadaşlarım Ramazanla alakalı sorular sordular ve Chie şaşırdığım şu cümleyi söyledi (not tüm gün Almanca konuştuk. Ben de şaşırdım evet :D) “evet dışarıdan bakıldığında senin oruç tutman çok zor görünüyor ama şundan eminim sen kalbinle tutuyorsun, zihninle değil ve bu o zorluğun çoğunu götürüyordur.” Harika açıklamasının ardından vayyy be modunda film başladı. İftar saati de filmin başlama saati ha. Yine 10’dan geriye saydık hep birlikte ve su ile iftarımı açmış oldum. Filmimizi izledik (spoiler verip filmi anlatmayacağım ama şunu diyeyim güzel filmdi) (film esnasında yağmur da yağdı ama herkes yağmurluklu imiş. Şemsiye ile gelen bile vardı. Islanmadık efenim) dönüşte otobüs durağında beklerken birbirimize Türk-Japon şehirlerini soruyoruz. Tokyo-Osaka’yı biliyorum dedim. Normal tepki verildi. Bir de Saitama var dedim. Yok artık bakışı attı. E Dünya kupasından biliyorum falan deyince bakış düzeldi tabi. Onlar da İstanbul ve Ankarayı biliyormuş tabi. Bu muhabbetlerin ardından evimize yola koyulduk komşum Chie ile birlikte. Sinema günüm de böyle geçti okurum. (Yine bir ekleme yapayım, bir tane hamburgerci keşfettim Nürnberg’de. Helalmiş ve sahipleri Müslümanmış. Gidip deneyeceğim. Muhtemelen diğer yazıda şeyaparız onu)

Bedava içecek ve yiyecek sağlayan kupon. Kuponcuk

Son olarak da yazının en afili kısmına geldik. Acaba nedir nedir? Şöyle ki, canım sıkıldı bir Cuma günü iş dönüşü. Dedim nabim nabim... Gittim marketten Laura’ya danışarak bir ton pasta malzemesi aldım. Pudra şekerinden vanilyaya, kabartma tozundan nişastaya kadar falan aldım. Tıpkı eski günlerdeki, gençlik zamanımdaki gibi açtım müziğimi ve Cumartesi sabah başladım un kurabiyesi yapmaya. Tüm malzemeleri ekledikten sonra bir de sevgimi kattım içine (ehehehe) ve sonuçta harika ötesi, muhteşem harikulade bir kurabiye çktı ortaya. (Tam ağızda dağılıyor ya. Şaşırdım mı? Hayır çünkü yetenekliyim hıhıhı) Cidden ama bak kendimi övmek için söylemiyorum ha. Bir kısmını ikram ettim, bir kısmını canım yan komşuma verdim (internetlerini kullandığım ha. Çinli olan değil). Komşuma kurabiyeyi verme de tabi ayrı hikaye. Gittim kapıyı çaldım. Buyrun kurabiye yaptım, bir tane de size getirdim dedim (tabakta 4 tane var o ayrı). Şaşırdı, nasıl ya biz mi yiyeceğiz dedi. Evet dedim. Tabağı aldı, teşekkür etti evime döndüm. İki dakika sonra kapıyı çaldı tabağı getirmiş. Tabağı aldım ve şunu dedi Türkçe olarak: “Allah razı olsun”. Oha yuh bakışı attım. Nasıl ya dedim (Almanca İngilizce karışık bu süreç) E az biraz biliyorum dedi. Kurabiye nasıl olmuş falan dedim. Bayıldım dedi. Ama aslında baygın halde değildi (ehehehehe. Tamam dur kapatma sayfayı bitti yazı zaten ya). Sonra bir anda “esselamüaleyküm ve rahmetullah ve berekatuh” dedi. O an bakışımı görmeliydin. Nasıl lan dedim, e bir Türk arkadaşı varmış o öğretmiş. Vay ebesini dedim :D Ama nasıl şoktayım gör beni. Ulan ben doğru düzgün diyemiyorum o selam şeklini, sen nasıl şeyapıyorsun öyle abooo. O şok etkisindeyken gel kahve içelim dedi. (bu arada muhattabımız erkek, sonra yanlış anlama olmasın) Ramazan nedeniyle oruçlu olduğumu öğrenince Ramazan’dan sonraya sözleştik ve mutlu mesut evine döndü. (Yan daire ha. 10 saniyede dönülebiliyor eve o derece yakın) (La bi de haftasonu biri asansöre bedava Erlangen gazetesi koymuştu. Gazeteyi tek tek okudum. Hatta Almanca bulmacaı çözmek için uğraşım, bi halt yapamadan kapadım ama gazetenin arka sayfasında şu ilanı görüp kahkaha attım: 68 yaşında çekici bir kadınım, hayatımın aşkını arıy..... Neyse :D)
Tarifini satarım, 50€ okurum

Ağızda dağılan un kurabiyesi :D
Bu kadar efendim daha ne yazayım mis gibi anılar hikayeler işte. Hadi görüşürüz hadi : ) Haftaya mı? Haftaya Regensburg gezisi var efendim. Görüşelim o zamana. Tschüss!



Yorumlar